Akâid

Akaid kelimesi inanç anlamına gelmektedir. Akaid İlmi dendiğinde İslâm Dininde İnanç ile ilgili konular anlaşılmaktadır. İnanç konuları, iman ile ilgili meseleleri kapsamaktadır. Akaid ilminin dinimizdeki diğer eş anlamlı terimleri ise; Usûl İlmi, Akide İlmi, İman İlmi, Tevhid İlmi, Kelam İlmi olarak da adlandırılmaktadır. Akaid, inançla ilgili konuları açıkladığı için bu ilme Akaid İlmi adı verilmiştir.​

Din ilmi birçok kısma ayrılır ancak bunların en önemlisi şu iki
kısımdır; Farz-ı ayn ve Farz-ı Kifâye.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ وَالْمُؤْمِنَاتِۜ ﴿

Anlamı: “(Ey Muhammed! Ümmetine) Bildir ki, Allâh’tan başka İlâh yok-
tur. Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahla-
rının bağışlanmasını dile!”

Dînde öğrenilmesi gereken “Farz-ı Ayn” ilimler; İslâm’ın
Müslüman’a yüklediği itikad, fıkıh ve ticaret ile uğraşanın muamelât (alış-ve-
riş) ilminden bir kısımdır. Bunlardan başka; kalp, dil, el ve diğer organların
günahlarını öğrenmek, üzerine zekât farz olan kişinin zahir (açık) olan zekât
ilmini öğrenmesi ve Hacca gücü yetenin Hac ilmini öğrenmesi her mükellefe
farzdır.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

﴿ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ ل يَعْلَمُونَ ﴾

Anlamı: “(Ey Rasûlüm!) De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?!”
Yani bilenlerle bilmeyenler asla bir olmazlar.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

طَلَبُ الْعِلْمِ فَرِيضَةٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِم

Anlamı: “İlim talep etmek (öğrenmek) her Müslüman’ın üzerine farz kılınmıştır.”

Tabiinlerden olan Atâ bin Ebî Rabâh Cehennem’den kurtulmanın yolu hakkında şöyle buyurdu:

أَنْ تَتَعَلَّمَ كَيْفَ تُصَلِّي وَكَيْفَ تَصُومُ وَكَيْفَ تَبِيعُ وَكَيْفَ تَشْتَرِي وَكَيْفَ تَنْكِحُ وَكَيْفَ تُطَلِّقُ

Anlamı: “Nasıl namaz kılacağını, nasıl oruç tutacağını, nasıl satın alıp, nasıl satacağını ve nasıl nikâhlanıp, nasıl boşayacağını öğrenmendir.’’

Dînde öğrenilmesi gereken “Farz-ı Kifâye” ilimler; İslâm’ın, her bir Müslümanın bizzat kendisine değil, Müslüman topluluklarının üzerine yüklediği ilimlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemek, cenaze namazı kılmak ve dalâlet ehline reddiye hazırlamak gibi. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

﴾ فَلَوْ لَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَٓائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ اِذَا رَجَعُٓوا اِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ۟ ﴿

Anlamı: “Onların her kesiminden bir grup, dinde (dînî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”

Mükellef (sorumlu) kimse; akıllı, baliğ (ergenlik çağına girmiş) ve kendisine davetin aslı olan Kelime-i Şehâdetin ulaştığı kimsedir.

Erkekler için “buluğun” iki alâmeti vardır. Bunlar: Meninin gelmesi veya hicri 15 yaşın doldurulması.

Bayanlar için ise “buluğun” üç alâmeti vardır. Bunlar: Meninin gelmesi, hayız kanının gelmesi ya da veya hicri 15 yaşın doldurulması. 

Her kim buluğ çağına varmadan ölürse mükellef değildir. Her kim buluğa varmadan önce aklını yitirip deli olursa, buluğa kadar deli olarak yaşar ve buluğdan sonra aynı hâl üzere deli olarak ölürse mükellef değildir. Her kim baliğ olarak yaşar ve kendisine davetin aslı olan Kelime-i Şehâdet ulaşmaz ise yine mükellef sayılmaz.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ومَا كُنَّا مُعَذِِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولً ﴾

Anlamı: “Biz, bir kavme Peygamber göndermedikçe, onlara azap edecek değiliz.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

رُفِعَ الْقَلَمُ عَنْ ثَلثٍَ: عَنِ النَّائِمِ حَتَّى يَسْتَيْقِظَ وَعَنِ
الصَّبِيِّ حَتَّى يَحْتَلِمَ وَعَنِ الْمَجْنوُنِ حَتَّى يَعْقِلَ

Anlamı: “Kalem üç sınıf üzerinden kaldırılmıştır. Bunlar:

1-Uyuyan, uyanana kadar.
2-Çocuk, buluğa erene kadar.
3-Deli olan, delilikten şifa bulana kadar.”

Yani günah kalemi bu üç sınıfa bir şey yazmaz.  

Takvâlı kul; farzları eda edip harâmlardan sakınan kimsedir. Her kim bu hal üzerine ölürse azap çekmeden Cennet’e girecektir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ إِنَّ الَّذِينَ قَالوُا رَبُّنَا الله ثمَُّ اسْتَقَامُوا فَلَ خَوْفٌ عَلَيِْهِمْ وَلَ هُمْ يَحْزَنوُنَ. أوُلَئِكَ أصَْحَابُ الْجَُنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاءً ِبِمَا كَانوُا يَعْمَلُونَ ﴿

Anlamı: “Rabbimiz Allâh’tır” deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara (takvâ sahibi olanlara) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

إِنَّ أوَْلَى النَّاسِ ِبِى الْمُتَّقُونَ مَنْ كَانوُا وَحَيْثُ كَانوُا

Anlamı: “Kim ve nerede olurlarsa olsunlar, bana en yakın olanlar; takvâlı kullardır.”

Takvâlı kul; farzları eda edip harâmlardan sakınan kimsedir. Velî kul ise; farzları eda edip harâmlardan sakınmakla birlikte sünnet olan ibâdetleri çokça işleyen kimsedir. O halde evliyalık mertebesi takvâ mertebesinden üstündür.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ ألَ إِنَّ أوَْلِيَاءَ اللهِ ل خَوْفٌ عَلَيِْهِمْ وَل هُمْ يَحْزَنوُنَ الَّذِينَ آمَنوُا وَكَانوُا يَتَّقُونَ ﴿

Anlamı:“Muhakkak ki Allâh’ın evliya kullarına ne bir korku ne de üzüntü vardır. Onlar, îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.”

Peygamber Efendimiz Kudsi bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

قَالَ الله تَعالَى: مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا ، فَقَدْ آذنتُهُ بالحربِ

Anlamı: “Her kim Benim velî kuluma düşmanlık ederse onu helâk ederim.

Allâh nezdinde en yüksek ve en faziletli farz; Allâh’a ve Rasûlüne îmân etmektir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

أفَْضَلُ الأعَْمَالِ إِيـمَانٌ ِبِاللهِ وَرَسُولِهِ

Anlamı: “Amellerin en faziletlisi, Allâh’a ve Rasûlüne îmân etmektir.”

Salih amellerin sahîh olması için îmân etmek şarttır. Her kim Allâh’a ve Rasûlüne îmân etmezse Âhiret’te hiç bir sevabı olmayacaktır.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ مَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا ِبِرَبِّهِمْ أعَْمَالهُُمْ كَرَمَادٍ اشْتَدَّتْ ِبِهِ الرِّيحُ فِى يَوْمٍ عَاصِفٍ ﴿

Anlamı: “Rabbini inkâr edenlerin amellerinin Âhiret’teki durumu, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer.”

 

Tevhid İlmi’nin diğer ilimler üzerinde büyük şerefi ve fazileti vardır. Çünkü Tevhid İlmi; Allâh’a yakışan ve Peygamberlere layık olan sıfatları bildirir. Allâh’a yakışmayan ve Peygamberlere layık olmayan sıfatlardan da tenzih eder. Bu sebeple Tevhid İlmi, ahkâm (fıkıh) ilminden daha üstündür.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ فَاعْلَمْ أنََّهُ لَ إِلَهَ إِلَّ اللَهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ﴿

Anlamı:“(Ey Muhammed! Ümmetine) Bildir ki, Allâh’tan başka İlâh yoktur. Hem kendinin hem de mü’mîn erkeklerin ve mü’mîn kadınların günahlarının bağışlanmasını dile!”

İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor:

إِعْلَمْ أنََّ الْفِقْهَ فِي الدِّينِ أفَْضَلُ مِنَ الْفِقْهِ فِي الأحَْكَام

Anlamı: “Bil ki, Tevhid ilminde bilgili olmak, fıkıh ilminde bilgili olmaktan daha üstündür.”

Kelime-i Şehâdeti aynen söylemek şart değildir. Kelime-i Şehâdetin mânâsını veren ‘Allâh’tan başka İlâh yoktur ve Muhammed Allâh’ın Nebiysidir’ veya ‘Allâh’tan başka Rabb yoktur ve Muhammed Allâh’ın Nebiysidir’ gibi lafızları söylemek İslâm’a girmek için yeterlidir.

Şeyh Erdebîlî[1] şöyle demiştir:[2] “Kelime-i Şehâdet bütün dillerde söylense de sahih olur.” Fakat “Eşhedu” lafzı, diğer lafızlardan daha üstündür. Çünkü Arap lügatine göre “Eşhedu” lafzı; “bilmeyi, itirafı ve itikadı” kapsar ve diğer kelimelerde ve dillerde bulunmayan “kesinlik” mânâsı taşır.

[1] Şeyh Yûsuf b. İbrâhîm el-Erdebîlî  Şafiî fakîhidir. Azerbaycan’ın ileri gelen âlimlerinden olup hayatı hakkında bilgi yoktur. Vefât tarihi kaynaklarda  hicrî 776 ve 799 olarak da geçmektedir.

[2] El-Envar Li Amel el-Ebrâr

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ “Eşhedu En Lâ İlâhe illallâh”, yani biliyorum dilim ile itiraf ediyorum ve kalbim ile itikad ediyorum ki, Allâh’tan başka yoktan var eden yoktur. Yani Allâh’tan başka hiç kimse yoktan var etmeye kadir değildir. Başka bir ifade ile: Allâh’tan başka hiçbir şey ibâdete müstehak değildir. İnsan sadece Allâh için alnını yere koyar. Her kim Allâh’tan başkasına ibâdet niyetiyle secde ederse müşrik olur. Bu mübârek kelime birçok mesele içermektedir.

Peygamber Efendimiz Muhammed’in Peygamberliğine inanmadan sadece لاَ اِلَهَ الاَّ الله demek yeterli değildir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ وَمَنْ لَمْ يؤُْمِنْ ِبِاللهِ وَرَسُولِهِ فَإِنَّا أعَْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَعِيرًا ﴿

Anlamı: “Her kim Allâh’a ve Rasûlüne îmân etmezse, Allâh, kâfirlere Cehennem’i hazırlamıştır.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[1]

 وَالَّذِي نَفْسُ مُحَمَّدٍ ِبِيَدِهِ لَيَسْمَعُ ِبِي أحََدٌ مِنْ هَذِهِ الْأمَُّةِ يَهُودِيٌّ وَلاَ نَصْرَانِيٌّ ثمَُّ يَمُوتُ وَلَمْ يؤُْمِنْ بي وِبِالَّذِي أرُْسِلْتُ ِبِهِ اِلاَّ كَانَ مِنْ أصَْحَابِ النَّارِ

Anlamı: “Allâh’ın adına yemin ederim ki bu ümmetten olan Yahudi veya Hristiyan beni duyup da bana ve getirdiğim şeylere îmân etmeden ölürse muhakkak ki Cehennem ehlinden olacaktır.

[1] İmâm Müslim, Sahîh-i Müslim

İslâm dîni, semâvî, İlâhi tek hak dîndir. İslâm dîninden başka doğru bir dîn yoktur.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللهِ الإسْلمُ ﴿

Anlamı: “Allâh nezdinde hak dîn, İslâm dînidir.”

Yine Allâh-u Teâlâ  şöyle buyuruyor: [2]

( وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلمِ دِينًا فَلَنْ يقُْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ )

Anlamı: “Her kim İslâm’dan başka bir dîn edinirse, bu dîn, ondan kabul edilmeyecek ve Âhiret’te hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”

[1] Âli-İmrân 19
[2] Âli-İmrân 85

Allâh’ın mevcut (var) olduğunda şek ve şüphe yoktur.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ أفَِى اللهِ شَكٌّ ﴿

Anlamı: “Allâh’ın varlığında şüphe yoktur.”

Bu âlem, Allâh-u Teâlâ’nın mevcut (var) olduğuna büyük bir delildir. Çünkü akla göre nasıl ki hiçbir fiil failsiz ve hiç bir yazı kâtipsiz olmuyorsa; muhakkak ki, bu âlem de yaratıcısız olmaz. Onu yaratan Allâh-u Teâlâ’dır.    

Allâh-u Teâlâ hacimsiz, şekilsiz,  mekânsız ve mahlûkatlara benzemeden mevcuttur.

[2]İmâm Ahmed Er-Rufai şöyle buyuruyor: غَايَةُ الْمَعْرِفَةِ ِبِاللهِ الإِيقَانُ ِبِوُجُودِهِ تَعَالَى ِبِلَ كَيْفٍ وَل مَكَانٍ

Anlamı:  ”Allâh’ı bilmek; Allâh’ın, keyfiyetsiz[3] ve mekânsız olarak mevcut olduğuna inanmaktır.”

[1] El-Hikem
[2] İbrâhîm 10
[3] Keyfiyyet: Şekil, cisim, oturma, kalma, renk…

İmâm Murteda Ez-Zebiydî’nin naklettiğine göre İmâm Takiyyuddîn Es-Subki[1] ibâdet hakkında şöyle demiştir:[2] İbadet; hûşûnun ve saygının en üst mertebesidir.”

İmâm Asbâhâni ibâdet hakkında şöyle buyurdu:[3] “İbadet; tezellülün en üst mertebesidir.”

[1] O, Ali bin Abdu’l Kâfî Es-Subkî Takiyuddîn Ebu’l Hasan Eş-Şâfiî, Subku’l ’Abîd denilen yerde Safer ayının birinci gününde hicrî 683 yılında doğdu ve hicrî 756 yılında da vefât etti. İlim ehlinin en bilgililerinden olan El-İsnevî “Tabakât” adlı kitâbında buyurdu ki: “Es-Subkî; hassas konularda en bilgili ve dikkatli olan ve birçok ilmi bir araya getiren, zamanın ilim ehlinin en ileri gelenlerindendir.” (bkz. “Et Tabakât Şâfi’iyye’l Kubrâ”, cilt 10, sayfa 139, İhyâ Kutubu’l Arabiyye Yayınevi ve El-İsnevî’nin, “Tabakât Eş-Şâfi’iyye”, cilt 1, sayfa 350 Kutubu’l İlmiyye Yayınevi)
[2] Şerhu’l Kâmus
[3] Müfradât El-Kur’ân

Evet gelir, Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴾ قُلْ إِنَّمآ أدَْعُوا رَِبِّي وَلآ أشُْرِكْ ِبِهِ أحََدًا ﴿

Anlamı: “De ki (Ey Muhammed): Ben ancak Rabbime ibâdet ederim ve O‘na hiç birşeyi ortak koşmam.”

أدَْعُواْ رَِبِّي  Allâh’a ibâdet ederim anlamındadır.

Başka bir âyette ise:

﴾ فَلاَ تَدْعُوا مَعَ اللهِ أحََداً ﴿

Anlamı: “Hiç bir şeyi Allâh’a ortak koşarak ibâdet etmeyiniz.”

DUA, sadece ibâdet anlamına gelmeyip başka mânâlara da gelebilir.  Allâh-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:5

﴾ لاَ تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُم بَعْضًا ﴿

Anlamı: “(Ey Mü’mînler!) Rasûl’e kendi aranızda birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyin.”

Bu âyette geçen  DUA seslenme anlamındadır.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu:

الدُّعاءُ هُوَ العِبادَة

Anlamı: “ Dua, ibâdettir.”

Bu hadiste geçen DUA hakkında İmâm İbn-i Hacer Askalânî “Fethul Bâri” adlı kitabında şöyle buyurdu: “Dua, taat anlamındadır.” Yani Dua, hayırlı ameller anlamındadır.

Tevessül, Arapça bir kelimedir.

Lügatte Tevessül; “bir amel vasıtası ile maksada yaklaşmak veya ulaşmaya çalışmaktır” şeklinde tanımlanmaktadır. Birini ve bir şeyi vesile veya aracı yapmak demektir. Mesela çatıya çıkmak için merdiven, bir yere ulaşmak için çeşitli vasıtalar birer vesile; bizim de o maksadı elde etmek için bunları kullanmamız da bir tevessüldür.

Istılahta Tevessül ise; bir faydanın sağlanması veya bir zarardan korunmak için Allâh’ın bir ismini, salih bir ameli, bir Peygamberin veya evliyalardan birinin ismini zikretmektir. Halk arasında bir Peygamberin veya bir evliyanın yüzü suyu hürmetine dua etmek olarak da bilinir. Allâh-u TeâKur’ân’da, kulunun dünyada ızdıraptan Ahiret’te de azaptan kurtulması için şu yolu göstermiştir:[1]

﴾ يَا أيَُّهَا الَّذِينَ آمَنوُا اتَّقُوا اللهَ وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ ﴿

Anlamı: “Ey iman edenler! Allâh’tan korkun ve O’na (Rahmetine, rızasına yaklaştıran) vesile arayın.”

[1] El-Mâideh 35 2 El-Müstedrak

: Âdem Peygamber, ağaçtan yedikten sonra: “Ey Rabbim! Muhammed’in hakkı için beni affet” diye duada bulunmuştur. Bu hadisi İmâm Hâkim[1] Hazreti Ömer’den rivâyet edip “Sahîh” olduğunu söylemiştir.

Aynı hadisi İmâm Beyhakî[2] ve İmâm Tabarânî[3] de rivâyet etmişlerdir.

[1] El-Müstedrak
[2] Delâilu’n-Nübüvveh
[3] El-Mu’cem el-Evsat ve el-Mu’cemes-Sağîr

İmam Buhâri,[1]Abdurrahmân Bin Saad’tan rivâyet ettiğine göre Abdullâh Bin Ömer’in ayağına bir hastalık sirayet etti. Oradakilerden biri ona “En sevdiğin kişinin ismini an” dedi. O da “Yâ Muhammed” dedi. Bunu dedikten sonra anında iyileşti. Bu olayı İmam Nevevi[2][3] ve Kadi İyad[4]5 rivâyet etmişlerdir.

[1] El-Edebu’l-Mufrad

[2] Şeyh Muhyiddîn Ebû Zekeriyyâ Yahyâ bin Şeref En-Nevevî, hicrî 631 yılının Muharrem ayında, Neve’de doğmuştur. Kudüs ve Halîl şehirlerini ziyaret ettikten sonra, 676 yılının Recep ayında Neve’de vefât etmiştir. (bkz. İbn-i Attâr’ın, “Tuhfetu’t Tâlibîn Fî Tercemeti’l İmâm En-Nevevî” ve Ez Ziriklî’nin, “El-A’lâm” adlı eserleri)

[3] El-Ezkâr  

[4] Ebu’l Fadl ’İyâd bin Mûsâ bin İyâd bin Amrûn bin Mûsâ bin İyâd El-Yahsubî, hicrî 496 yılının Şâban ayında Endülüs, Sebte’de doğmuştur. Hicrî 554 yılında bir rivâyete göre Cemâdi’l Âhir ayında, diğer bir rivâyete göre ise Ramadân ayında Marakeş’te vefât etmiştir. (bkz. İbn-i Ferhûn El-Mâlikî’nin, “Ed-Dîbâci’l Mezheb Fî Ma’rifet A’yân Ulemâ El-Mezheb” adlı eseri, sayfa 270) 5 Eş-Şifâ

İmam Ahmed[1], İmam İbn-i Hacer El-Heysemi[2] İmam Nevevi[3] ve İmam Nesâi’nin[4] rivâyet ettiklerine göre bir âmâ (kör) Allâh Rasulüne gelerek: “Gözlerimi açması için Allâh’a dua eder misin?” deyince Allâh Resulü meâlen: “Dilersen dua edeyim, dilersen de bu duruma sabret. Ancak sabır senin için daha hayırlıdır.” diye karşılık verir. Âmâ olan kimse: “Bana yardım edecek kimsem yok. Bana dua eder misin?” diyerek isteğini yeniler. Bunun üzerine Allâh Rasulü ona meâlen: “Abdesthaneye git, abdest al ve iki rekât namaz kıldıktan sonra şöyle dua et: ’Allâh’ım! Rahmet Peygamberi olan Muhammed’i vesile kılarak, gözlerimin açılmasını diliyorum. Yâ Muhammed! Gözlerimin açılması için seni vesile kılarak Rabbimden diliyorum.’ demiştir.” Olaya şahit olan sahabi Osman B. Huneyf şöyle diyor: “Allâh’ın adına yemin ediyorum ki, oradan ayrılmadan ve çok sürmeden o adam, gözleri görür bir şekilde içeri girdi.”

Bu hadisten anlaşılıyor ki:

1-Peygamber Efendimiz, gözleri görmeyen adama tevessül duasını öğretti.

2-”İçeri girdi” derken, yani orada değildi. Peygamberimizin olmadığı bir yerde Onunla tevessül etti.

Bu hadisi İmâm Tabarânî[5] rivâyet edip sahîh olduğunu söylemiştir. İbn-i Mâce’nin[6] naklettiğine göre, Ebu İshâk dedi ki: “Bu sahîh bir hadistir.” İmâm Hâkim[7]: “Sahîhayn’ın (İmâm Buhârî ve İmâm Müslim’in kitaplarının) şartlarına göre sahîhtir” demiştir.

[1] El-Mu’cem el-Kebîr ve el-Mu’cem es-Sağîr

[2] Sünen İbn-i Mâce

[3] El-Müstedrak

[4] Es-Sünenu’l Kubra

[5] El-Müsned

[6] Mecmeu’z Zevâid ve Manbeu’l Fevâid

[7] El-Ezkâr

Teberrük; bereketlenmek, hayrın fazlasını istemektir. Örneğin; Peygamberlerin veya evliyaların eserlerine dokunarak veya öperek (Allâh’tan) hayır dilemek.

Allâh-u Teâlâ, Yûsuf Peygamber hakkında şöyle buyurmuştur:[1]

﴾ اِذْهَبُوا ِبِقَمِيْصي هَذَا فَألَْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَِبَ يَأْتِ بَصِيْرًا ﴿

Anlamı:“(Yûsuf Peygamber) şöyle demiştir: ‘Benim bu gömleğimi götürüp babamın yüzüne temas etmesini sağlayın ki tekrar görsün.”

[1] Yûsuf 93

İmâm Buhârî[1] ve İmâm Müslim’in[2] rivâyet ettiklerine göre Peygamber Efendimiz saçlarını kesip insanlara (teberrük etsinler diye) dağıtmıştır.

İmâm Ahmed’in[3] rivâyet ettiğine göre Peygamber Efendimiz tırnaklarını kesip insanlara bizzat kendisi dağıtmıştır.

[1] Sahîh-i Buhârî

[2] Sahîh-i Müslim

[3] El-Müsned

İmâm Müslim, Ebu Bekir’in kızı Esma’nın kölesi olan Ăbdullâh bin Kisân’den rivâyet ettiğine göre Abdullâh bin Kisân şöyle buyuruyor: “Esma bize bir cübbe göstererek şöyle dedi: ‘Bu, Peygamber Efendimiz’in cübbesidir. Aîşe’nin yanındaydı. Aîşe vefât ettiğinde ben aldım. Peygamber Efendimiz giyerdi. Biz de bu cübbeyi suya batırıp onun suyunu hastalara içirirdik” şeklinde rivâyet etmiştir.[1]

[1] Sahîh-i Müslim

İbadeti, tevessül ve teberrükle karıştırmamak gerekir. Çünkü bu üç şey anlamları bakımından birbirinden ayrı olan kavramlardır. Bazı insanların iddia ettikleri gibi yardım dilemek, imdat dilemek ve tevessül şirk değildir.

El-Vâhid” demenin mânâsı; “Allâh birdir, İlâhlıkta şeriki yoktur ve O’ndan başka hiç kimse ibâdete müstahak değildir.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لاَ اﻻَّ إِلَّ هُوَ ﴿

Anlamı: “Hepinizin İlâhı, bir tek İlâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur.”

[2]İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor: وَاللَّهُ وَاحِدٌ لاَ مِنْ طَرِيقِ الْعَدَدِ وَلَكِنْ مِنْ طَرِيقِ أنََّهُ لاَ شَرِيكَ له

Anlamı: “Allâh birdir ama sayı bakımından değil; O’nun şeriki (ortağı) olmaması bakımından birdir.”

[1] El-Bakarah 63

[2] El-Fıkıhu’l Ekber

El-Ehad”  için bazı âlimler “El-Vâhid”in mânâsındadır demişlerdir. Bazı âlimler de “El-Ehad”; “Bölünmeyi kabul etmeyendir, yani cisim değildir” demişlerdir. Çünkü akla göre cisim, bölünmeyi kabul eder. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor[1]:  

﴾ قُلْ هُوَ اللهُ أحََدٌ ﴿

Anlamı: “Allâh birdir, tektir.”

Allâh-u Teâlâ, kâfirlerin bozuk itikadını bildirerek şöyle buyuruyor:[2]

﴾ وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا ﴿

Anlamı: “(Kâfirler), bazı kulların Allâh’tan bir parça olduğunu söylemişlerdir.”

[3]İmâm Eş’arî  şöyle buyuruyor: مَنِ اعْتَقَدَ أنََّ اللهَ جِسْمٌ فَهُوَ غَيْرُ عَارِفٍ ِبِرَِبِّهِ وَإِنَّهُ كَافِرٌ ِبِه

Anlamı: “Her kim Allâh’ın cisim olduğuna itikad ederse, o, Rabbini tanımamıştır ve Rabbine karşı kâfir olmuştur.”

[1] El-İĥlâš 1

[2] Ez-Zuĥruf 15

[3] En-Nevâdir

El-Evvel”in mânâsı “Varlığının başlangıcı yoktur” anlamındadır. Bu mânâ ile yalnızca Allâh “Evvel’dir”.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ هُوَ الأوََّلُ وَالآخِرُ ﴿

Anlamı: “O’nun (Allâh’ın); başlangıcı ve sonu yoktur.”

Ezelî olan yalnızca Allâh’tır. Allâh-u Teâlâ’ya “El-Kadîm”dir demek aynı mânâya gelir. Bütün İslâm âlimleri Allâh’a “El-Kadîm” demenin caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bunu İmâm Murtada Ez-Zebîydî “İthaf Es-Sedel Muttakîn Şerh İhya Ulumiddîn” adlı kitabında zikretmiştir.

[1] El-Hadîd 3

Allâh-u Teâlâ hakkında “El-Hayy” demek, “Ezelî ve Ebedî bir hayatla mevsuftur.” anlamına gelir. Allâh’ın ruha, kana ve ete ihtiyacı yoktur. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ اللهُ لاَ إِلهَ الاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ ﴿

Anlamı: “Ezelî ve Ebedî hayat ile mevsuf olan, hiç birşeye  muhtaç olmayan  Allâh’tan başka İlâh yoktur.”

Allâh-u Teâlâ  şöyle buyuruyor:[2]

﴾ وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لاَ يَمُوتُ ﴿

Anlamı: “Ezelî ve ebedî hayatla mevsuf olup ölmeyene tevekkül et.”

[1] El-Bakarah 255

[2] El-Furkân 58

El Kayyûm”un mânâsı için bazı âlimler “El- Kayyûm; “daim olan ve ölmeyendir” demiştir. Bazıları da; “Hiç kimseye muhtaç olmayandır” demişlerdir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ اللهُ لاَ إِلهَ الاَّ هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ ﴿

Anlamı: “Ezelî ve Ebedî hayat ile mevsuf olan, hiç birşeye muhtaç olmayan, Allâh’tan başka İlâh yoktur.”

[1] El-Bakarah 255

Ed-Dâ’im”; “Fani olmayan ve ölmeyen” demektir.   Bu mânâ ile yalnızca Allâh daimdir, kalıcıdır. Allâh-u Teâlâ’nın fani olması akla göre imkânsızdır. Allâh-u Teâlâ’nın devamlılıkta şeriki yoktur. Allâh-u Teâlâ Zâtı ile daimdir. Başkası bunu Allâh’a var etmemiştir. Ama Allâh’tan başka şeylerin daim kalmaları -Cennet ve Cehennem gibi- zâtları bakımından değildir. Allâh onların daim olmalarını, yani kalıcı olmalarını istediği, takdir ettiği için kalıcıdırlar. Rabbimiz istediği için fani olmazlar.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ هُوَ الأوََّلُ وَالآخِرُ ﴿

Anlamı: “O’nun (Allâh); başlangıcı ve sonu yoktur.”

[1] El-Hadîd 3

El-Ĥâlik” kelimesinin mânâsı, “Bütün yaratıkları tekvin edip yoktan var edendir.” Bu mânâ ile yalnızca Allâh “Yaratan’dır.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللهِ ﴿

Anlamı: “Allâh’tan başka yaratıcı yoktur.”

[1] Fâr 3

Er-Râzık”ın mânâsı; “Kullarına rızıklarını ulaştırandır.” Rızık ise harâm dahi olsa, fayda veren her şeydir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَمَا مِن دَابَّةٍ فِى الأرَْضِ الاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا ﴿

Anlamı: “Yeryüzünde ne kadar canlı varsa onların rızıklarını Allâh verir.”

[1] Hûd 6

El-Âlim” in mânâsı; “Allâh-u Teâlâ Ezelî, Ebedî ve değişmeyen bir ilimle mevsuf olup her şeyi meydana gelmeden önce bilendir.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

 ﴾ وَ ِعنْدَهُ مَفَ ِاتحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا الاَّ هُوَ وَيَعْلَمُ مَا ِفى الْبَرِّ و الْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ ِمن وَرَقَةٍ الاَّ يَعْلَمُهَا وَلحَبَّةٍ فِى ظلُُمَاتِ الأرَْضِ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَاِبِسٍ الاَّ فِى كِتاٍَبٍ مُّبِينٍ ﴿

Anlamı: “Gaybın anahtarları Allâh nezdindedir. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi de bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”

[1] El-En’âm 59

Sapıklıkta olan kişiyi karanlıktan kurtarıp hidâyet nuru ile aydınlatandır.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ اللهُ نوُرُ السَّمَاواتِ وَ الأرْضِ ﴿

Anlamı: “Allâh, gök ehli olan Melekleri ve yeryüzündeki  bazı insanları ve cinleri hidayet (İman) nuruna  erdirendir.”

Bazı âlimler de “gökleri ve yeryüzünü nurlandırandır” demişlerdir. O halde bu âyeti “Allâh göklerin ve yerlerin nurudur” diye meâllendirmek yanlıştır. Çünkü Türkçe’de “nûr” kelimesi, ışık, pırıltı ve aydınlık mânâsında kullanılır. Allâh hakkında bunları kullanmak ise asla caiz değildir.

[1] En-Nûr 35

Allâh’ın has olan isimlerindendir. Allâh’tan başkasının bu isimle isimlendirilmesi caiz değildir. Bu isim Allâh’ın has isimlerinden olduğu bilindiği halde Allâh’tan başkası için kullanılması küfürdür. Er Rahmân isminin mânâsı; “Dünyada O’nun rahmeti mü’mîn ve kâfir bütün canlıları kapsar. Allâh, Âhiret’te ise sadece mü’mînlere rahmet eder.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ فَسَأكَْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ ﴿

Anlamı: “Allâh’ın rahmeti (dünyada) herşeyi kuşatır. Ama Âhiret’te mü’mînlere has olacaktır.”

[1] El-Arâf 156

Er-Rahîm”in mânâsı “Allâh, Âhiret’te sadece mü’mînlere rahmet edendir.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ فَسَأكَْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ ﴿

Anlamı: “Âhiret’te (Allâh’ın rahmeti) mü’mînlere has olacaktır.”

[1] El-Arâf 156

El-Kâdir”in mânâsı; “Kudretle mevsuf olan” demektir. Kudret sıfatı ezelî ve ebedîdir. Allâh-u Teâlâ’nın Kudret sıfatı varlığı ve yokluğu caiz olan her şeye tesir eder. Allâh’ın kudreti “Vacibu’l Vucûd” ve varlığı imkânsız olan şeylerle alâkalı değildir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَيَعْلَمُ مَا فِى السَّمَاوَاتِ وَمَا فِى الأرَْضِ وَاللَهُ عَلَى كُلِّ شَىءٍ قَدِيرٌ ﴿

Anlamı: “Allâh, göklerde ve yerde olanları bilir. Allâh her şeye kâdirdir.”

[1] Âli-İmrân 29

Aklın hükümleri 3’e ayrılır:

1-Aklen “Vacib” Olan: Allâh ve sıfatlarının fani olmasının düşünülmemesi demektir.

2-Aklen “Mustahil” Olan: Akılda olması imkânsız olan demektir. Yani akıl Allâh’ın şeriki olmasını kabul etmez.

3-Aklen “Caiz” Olan: Akılda bir anda varlığı, bir anda da yokluğu düşünülen şeylerdir. Yaratılan tüm varlıklar ve onların sıfatları gibi.

Dilediğini yapandır” demenin mânâsı; Allâh-u Teâlâ dilediği her şeyi yaratmaya Kâdir demektir. Allâh-u Teâlâ’yı hiçbir şey aciz kılamaz, kimse O’na engel olamaz ve Allâh’ın, başkasının yardımına ihtiyacı yoktur.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

 ﴾ وَلَوْ شَاءَ اللهُ مَا اقْتَتَلُوا وَلٰكِنَّ اللهَ يَفْعَلُ مَا يرُِيدُ ﴿

Anlamı: “Allâh dileseydi savaşmazlardı. Lâkin Allâh, istediğini yapar.” Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[2]

  ﴾ إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِما يرُِيدُ ﴿

Anlamı: “Şüphesiz Allâh, her istediğini yapar.”

[1] El-Bakarah 253

[2] Hûd 107

Allâh, Er-Rahmân, El-Ĥalik, El-Kuddûs, Er-Razzâk, El-Muhyî, El-Mumît, Mâlikulmulk ve Zul Celâli vel İkrâm. [1] Bu isimler sadece Allâh için kullanılır.

[1] İmâm Ebu Mansûr el-Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn

“Allâh’ın olmasını dilediği her şey dilediği vakitte mutlaka olur, dilemediği olmaz” demektir. Hayır ve şer, taât ve günah, îmân ve küfür gibi şeyler Allâh’ın dilemesiyle olur. Allâh’ın olmasını dilemediği şey kesinlikle varlık âlemine gelmez, icat edilmez ve olmaz. Allâh-u Teâlâ’nın dileği ezelî ve ebedîdir. Allâh’ın dileği değişmez. Bu lafız Allâh Rasûlü’nden alınmıştır. Allâh Rasûlü; ما شَاء اللهُ كَانَ وَمَا لَمْ يَشَأْ لَمْ يَكُنْMeşâAllâh-u kâne vemâ lem 1 yeşe lem yekun”  lafzını bazı kızlarına öğretmiştir.

Bu mübârek zikrin mânâsı; “Allâh’ın koruması olmazsa Allâh’a karşı günahtan korunma olmaz ve Allâh’ın yardımı olmazsa Allâh’a taat olmaz, yani ibâdet yapılamaz.” Bunun tefsirini, İmâm Bezzâr “El-Müsned” adlı kitabında Abdullâh İbn-i Mesud’tan rivâyet ettiği hadiste Allâh Rasûlü’nün bu sözü teşvik ve terğib ettiğini rivâyet etmiştir.

Kâmil” kelimesi “O’na lâyık” ibaresi ile bağlanmıştır. Çünkü kâmil olarak bilinen her sıfat Allâh’a yakışır mânâsına gelmez. Örneğin;

-Hem Allâh’a hem de yaratıklara yakışan lâyık sıfatlar: Örneğin İlim sıfatı hem Allâh’a hem de yaratıklara lâyık sıfatlardandır.

-Allâh’a lâyık olmayan ama yaratıklara yakışan kâmil sıfatlar: Akıllı olmak, düşünceli olmak yaratıklara yakışan ama Allâh’a lâyık olmayan sıfatlardandır.

-Allâh’a lâyık olmayan ama yaratıklara yakışmayan kâmil sıfatlar:El-Cabbâr”  sıfatı gibi. El-Cabbâr; Allâh hakkında kullanıldığında “mülkünde istemediği şey olamaz” mânâsındadır. İnsanlar için kullanıldığında ise “zalim” mânâsındadır.

Allâh-u Teâlâ , kendi Zâtına lâyık kâmil sıfatlarla mevsuftur. O’nun hakkında kendisine lâyık olmayan “cehalet, güçsüzlük, acizlik, yer edinmek, taşınmak, renk ve cisim” gibi, yaratılmışlarda bulunan sıfatlardan münezzehtir.

Hicri 321 yılında vefât eden İmâm Ebu Cafer Et-Tahâvi şöyle buyuruyor:[1]

﴾ تَعَالَى الله عَنِ الْحُدُودِ وَالْغَايَاتِ وَالأرَْكَانِ وَالأعَْضَاءِ وَالأدََوَاتِ، لاَ تَحْوِيهِ الْجِهَاتُ السِّتُّ كَسَائِرِ الْمُبْتَدَعَاتِ ﴿

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ cisimlerden, nihâyetlerden, kenarlardan, büyük ve küçük organlardan münezzehtir. Yaratılmışların tamamını kapsayan altı yön (Aşağı-yukarı-sağ-sol-ön ve arka) Allâh’ı kapsamaz.“

Yani Allâh hakkında “cisimdir” demek caiz değildir. Öyleyse Allâh-u Teâlâ, oturuyor olmaktan da münezzehtir. Çünkü oturma ile muttasıf olanın cisim veya sınırlı olması gerekir.

İmâm Ali şöyle buyuruyor:

إِنَّ اللهَ خَلَقَ الْعَرْشَ إِظْهَارًا لِقُدْرَتِهِ وَلَمْ يَتَّخِذْهُ مَكَانًا لِذَاتِهِ

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ Arş’ı, kudretini ve azametini göstermek için yaratmıştır; kendisine mekân edinmek için değil.”

Bu sözü, İmâm Ebu Mansûr El-Bağdâdî[2], Allâh’ın mekânsız ve sınırsız olduğuna dair âlimlerin icma’ını zikrettikten sonra nakletmiştir.

[1] Akîde-i Tahâviyyeh

[2] El-Fark-u Beyne’l Firâk

Allâh-u Teâlâ; hava, ruh, nur, melekler ve cinler gibi latif (soyut) olan; insanlar, hayvanlar, dağlar ve taşlar gibi kesif (somut) olan, yükseklik ve derinlikleri olan hiçbir şeye benzemez.

32

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أحََدُ ﴿

Anlamı: “Hangi bakımdan olursa olsun Allâh’ın benzeri yoktur.” Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[2]

ل فِكْرَةَ فِي الرَّبِّ

Anlamı:  “Allâh akıl ile düşünülemez.”

İmam Zunnûn El-Mısri[3] ve İmam Ahmed[4] (Allâh onlara rahmet etsin) şöyle buyuruyorlar:[5]

مَهْمَا تَصَوَّرْتَ ِبِبَالِكَ فَاللهُ ِبِخِلفَِ ذَلِكَ

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ, akılda ve hayalde tasavvur edilen şeylerin hiçbirine benzemez.”

[1] El-İĥlâš 4

[2] İmam Ensârî, Et-Tezkirah

[3] Asıl adı Sevbân bin İbrâhim Ebu’l Fayd’dır, ancak Zunnûn El-Misrî lakâbı ile tanınmaktadır. Aslen Nûbiya’lıdır, Said beldesinin İhmîm köyündendir. Daha sonra Mısır’a gitti. Kendisi hikmetli, zâhid ve fasîh lisanlıydı. Abbâsîlerin halîfelerinden olan Ca’fer El-Mutevekkilu Alellâh’ın talebi üzerine “Surre Men Rae” beldesine getirildi. Burada görüştüler ve Ca’fer El-Mutevekkilu Alellâh ondan ilim aldı. Daha sonra Bağdat’a gitti ve orada bir süre kaldıktan sonra, tekrar Mısır’a döndü. Burada bir görüşe göre hicrî 245 yılında, diğer bir görüşe göre de 246 yılında vefât etti. (bkz. “Bağdat Tarihi”, cilt 8, sayfa 393, El-Fikir Yayınevi)

[4] Ebû Abdillâh Ahmed bin Muhammed bin Hanbel bin Hilâl bin Esed Eş-Şeybânî, fakîh ve muhaddis olup, Hanbelî mezhebinin kurucusudur. Hicrî 164’de Bağdat’ta doğdu ve orada büyüdü. Sonra Küfe, Mekke, Medîne ve Şam’a gitti. Bir çok âlimden ilim aldı. Bunlardan bâzıları: Muhammed bin İdrîs Eş-Şâfi’i, Sufyân bin ’Uyeyne, Yezîd bin Hârûn, Ebû Dâvûd Et Tayâlisî ve Vekî’ bin Cerrâh. Hicrî 241 senesinde Bağdat’ta vefât etti. 

[5]  İmam Sülemî; Yûsuf bin Huseyn’in, İmâm Zunnûn El-Mısrî’den rivâyet ettiğine göre, bu söz “Nefsinde her neyi tasavvur edersen, Allâh ona benzemez.” şeklindedir; Ebû Hâtim’in rivâyetine göre ise: “Vehminde, her ne tasavvur edersen, Allâh ona benzemez.” şeklindedir. (Hâfız İbn-i Asâkir, “Dimeşk Târihi” cilt 17, sayfa 404,)

“Rahmân Arş’a istivâ etti.“ bu âyette geçen “İstiva” kelimesi kesinlikle “oturdu” veyahut “yerleşti” olarak tefsir edilemez. Çünkü Allâh bu tür şeylerden münezzehtir.  İmâm Beyhakî’nin rivâyet ettiğine göre İmâm Mâlik bu âyetin tefsiri hakkında şöyle demiştir: “O, Kendini vasıflandırdığı gibi istiva (Arapça’daki anlamı itibarıyla) etmiştir ve O’nun hakkında nasıl istiva etti denilemez. Nasıl denilmesi O’nun için söz konusu olamaz.

Keyfiyet ise yaratılanların sıfatıdır. Oturmak, yerleşmek, bir mekânda ve yönde bulunmak yaratılanların sıfatlarındandır. İmâm Kuşayrî de bu konuda şöyle demiştir: “İstiva etmiştir, yani himayesi, hâkimiyeti altına almış ve kalmasını sağlamıştır.” Allâh’ın, Arş’ın üzerine oturduğuna inanmak ise caiz değildir. Çünkü bu, Müslüman olmayanların inancıdır ve Allâh’ın şu âyetini yalanlar:[1]

﴾ فَلَ تَضْرِبُواْ للِهِ الأمَْثَالَ ﴿

Anlamı: “Allâh’a örnekler vermeyiniz.” Yani Allâh’ı benzetmeye kalkmayın.

[1] En-Nahl 74

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِير ﴿

Anlamı: “Hiç bir şey O’na (Allâh’a) benzemez. O, işiten ve görendir.”

Allâh-u Teâlâ bu âyette önce Zâtının hiç bir şeye benzemediğini sonra işiten ve gören olduğunu zikretmiştir. Bu da, Allâh’ın işitmesinin mahlûkatların işitmesine benzemediğine işarettir. Görmesi de mahlûkatların görmesine benzemez. Öyleyse Allâh-u Teâlâ’nın bütün sıfatları yarattığı mahlûkatların sıfatlarına benzemez. Allâh-u Teâlâ duyulan ve duyulamayan şeyleri kulak veya benzeri bir alete ihtiyacı olmaksızın duyar. Görülebilen ve görülemeyen her şeyi ise ışık, göz, pırıltı ve başka aletler olmaksızın görür. O, tüm noksan sıfatlardan münezzehtir.

 İmam Ebu Cafer Et-Tahavi[2][3] şöyle buyuruyor:

وَمَنْ وَصَفَ اللَهَ ِبِمَعْنىً مِنْ مَعَانِي الْبَشَرِ فَقَدْ كَفَرَ

Anlamı: “Kim Allâh’ı, insanlara kullanılan sıfatlardan herhangi bir sıfat ile vasfederse küfre düşmüş olur.”

[1] Eş-Şûrâ 11

[2]  O, Ahmet b. Muhammed b. Selem b. Selme b. Abdulmelik b. Selme b. Selîm b. Süleyman b. Cineb el-Ezdi el-Hecri el-Mısri Ebu Cafer’dir. Künyesi “Ebu Cafer” dir. Yine kendisine “Ebu Cafer el-Verrâk Tahâvî” ismi de verilir. Mısır’da doğup, öldüğü için Mısrî denmiştir. Mısır’ ın Tahâ denilen bölgesinde doğduğu için O’na Tahâvî denmiştir. Bir rivayete göre H.229’da bir rivâyete göre de H.239’da doğdu. H.321’de vefât etti. İmamTahâvî, Selef âlimlerindendi. Âlimler yetiştiren köklü bir aileye mensup olan Tahâvî’nin dayısı, İmam Şafîi‘nin talebelerinden büyük âlim Mûzeni’dir. İmam Suyûtî, annesinin İmam Şafîi’nin ilim meclisine, kadınlar için ayrılan özel yerlerde devam ettiğini bildirmektedir. İmam “el-Mûzeni”den fıkıh öğrendi. Daha sonra mezhebini değiştirerek Hanefi mezhebine tâbî oldu.

[3] El-Akidetu’t-Tahaviyye

Sadece Allâh-u Teâlâ “El-Kadîm’dir.” Allâh’ın varlığı ezelîdir, başlangıcı yoktur.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ هُوَ الأوََّلُ ﴿

Anlamı: “O’nun (Allâh); başlangıcı yoktur.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[2]

كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ شَىْءٌ غَيْرُهُ

Anlamı: “Allâh vardı O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” Başka bir deyişle ezelde Allâh’tan başka hiçbir şey yoktu.

Allâh’tan başka her şeyin başlangıcının olduğuna itikad etmek farzdır. Allâh’tan başka bir şeyin ezelî olduğuna itikad eden kimse Allâh’a başlangıçsızlıkta ortak koşmuş olur, dolayısıyla dînden çıkıp kâfir olur.

Bu âlemin aslı da içindekilerin aslı da ezelîdir diyen bazı felsefeciler gibi veyahut bu âlemin sadece aslı ezelîdir diyen İbn-i Teymiye[3]  gibiler Müslüman değillerdir. İmâm Zerkeşi[4] “bu iki grup hakkında şöyle dedi: “Müslümanlar bu iki grubu tekfir edip sapık olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.”

[1] El-Hadid 3

[2] İmâm Buhârî, Sahîh-i Buhârî

[3] Onun adı Ahmed bin Abdilhalîm bin Abdisselâm’dır ve Harrân bölgesindendir. Harrân’da hicrî 661 yılında doğmuştur ve daha sonra Dimeşk’e gitmiştir. Kendisinden çok kötü bid’atler çıkmıştır. Hattâ Ebû Zur’at El-İrakî, İbn-i Teymiye hakkında şöyle demiştir: “O, bir kısmı itikâdî, bir kısmı ise fikhî konular olmak üzere, altmışdan fazla meselede icmâya karşı çıkmıştır. Onun ilmi aklından daha büyüktür.” İbn-i Teymiye’ye, kendi zamanındaki Ehl-i Sünnet âlimleri reddiyeler yazdılar ve İbn-i Teymiye, dört mezhebin kadılarının karârı ile hicrî 726 yılında, Dimeşk kalesinde hapsedildi. Kendisi burada hicrî 728 yılında öldü. (bkz. İbn-i Muallim

El-Kuraşî’nin, “Necmi’l Muhtedî Ve Recmi’l Mu’tedî” adlı el yazması eseri; Takiyuddîn EsSubki’nin, “Şifâussikâm” adlı eseri; Takiyuddîn El-Husanî’nin, “Raddu Şubehi Men Şebbehe

Vetemerrad” adlı eser ve Şeyh Abdullâh bin Muhammed El-Herarî’nin, “El-Makalât EsSunniyyeh Fî Keşfi Dalâlât Ahmed bin Teymiye” adlı eseri)

[4] Teşnîfu’l Mesâmi

Allâh’ın yarattığı ilk şey sudur.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىّ ﴿

Anlamı: “Herşeyi sudan yarattık.” Yani her şeyin aslı sudur. (İmam Kurtubi[2] / Tefsir-i Kurtubi).

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[3]

كُلُّ شَىْءٍ خُلِقَ مِنَ الْمَاءِ

Anlamı: “Her şey sudan yaratılmıştır.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[4]

 انَّ اللهَ تَعالى لَمْ يَخْلُقْ شَيْئًا مِمَّا خَلَقَ قَبْلَ الْمَاءِ

Anlamı: “Allâh, yarattığı şeyler arasında sudan önce bir şey yaratmış değildir.”

[1] El-Enbiyâ 30

[2] Müfessirlerin (tefsîr âlimlerinin) büyüklerindendir. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Bekr bin Ferh Endülüsî’dir. Künyesi Ebû Abdullah olup, Kurtubî diye bilinir. Doğum târihi kesin bilinmemektedir. Mısır’da ikâmet etti ve 671  târihinde vefât etti. Kurtubî, tefsîr, hadîs-i şerîf ve hılâfiyyatta çok derin bir âlim olup Endülüslü Mâlikî âlimlerinin büyüklerindendir.

[3] İmam İbn-i Hibbân, Sahîh-i İbn-i Hibbân

[4]  İmam İbn-i Hacer Askalânî, Fethu’l-Bâri

Varlık âlemine giren zerreden Arş’a kadar,  kulların hareketleri ve akıllara gelen her şeyin yaratıcısı Allâh-u Teâlâ’dır. Allâh’tan başka hiç kimsenin yaratma sıfatı yoktur. Varlık âlemine giren her şey Allâh’ın kudreti, iradesi, takdiri ve ezelî olan ilmiyledir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَخَلَقَ كُلَّ شَىءٍ ﴿

Anlamı: “O (Allâh),  her şeyi yaratmıştır.” Yine Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[2]

﴾ وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿

Anlamı: “Allâh, sizleri de yaptığınız amelleri de yaratmıştır.” Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[3]

إِنَّ الله َخَالِقُ كُلِّ صَانِعٍ وَصَنْعَتِهِ

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ, her sanatkârın ve sanatının yaratanıdır.”

İmam Nesefi[4][5] şöyle buyuruyor:

فَإِذَا ضَرَبَ إِنْسَانٌ زُجَاجًا ِبِحَجَرٍ فَكَسَرَهُ فَالضَّرْبُ وَالْكَسْرُ وَالِنْكِسَارُ ِبِخَلْقِ اللهِ تَعَالَى

Anlamı: “Bir insan, cama taş atar ve camı kırarsa; vuruş, kırış ve kırılışı

Allâh’ın  yaratmasıyladır.”

[1]  El-Furkân 2

[2]  Eŝ-Ŝâffât 96

[3] İmam Hâkim, El-Müstedrak

[4] Ömer bin Muhammed bin Ahmed bin İsmâil bin Muhammed bin Lokmân En-Nesefî EsSemerkandî. İbn Es-Sem’ânî, onun hakkında buyurdu ki: “O’nun fazîletli bir imâm olduğu ve birçok ilim dalında güçlü olduğu meşhûrdu.” İmâm Nesefî, birçok ilimde kitaplar yazmıştır. Tefsîr İlminde, Hadîs İlminde ve Şartlar İlminde kaleme aldığı eserlerin sayısı yüze ulaştı. Ayrıca yazdığı güzel şiir ve nazımları (El-Câmi Es-Sağîr li Muhammed bin Hasen) vardır. Kendisi “El-Kind fî Zikrî Ulemâ Semerkand” adlı eserin müellifidir. İmâm Nesefî, Hicrî 461 yılında doğmuş ve hicrî 537 yılında da vefât etmiştir. (bkz. “Tabâkat El-Mufessirîn”, 1. Baskı, sayfa 75, Kutubu’l İlmiyye Yayınevi)

[5]  Akide-i Nesefiyyeh

İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor[1]:

 وَيَتَكَلَّمُ ل كَكَلَمِنَا، نَحْنُ نَتَكَلَّمُ ِبِالْآلَتِ مِنَ الْمَخَارِجِ وَالْحُرُوفِ وَاللهُ مُتَكَلِّمٌ ِبِلَ ءَالَةٍ وَل حَرْفٍ

Anlamı: “O (Allâh), tekellüm eder, fakat bizim kelâmımız gibi değildir. Biz mahreçler, aletler ve harfler vasıtasıyla konuşuruz. Ama Allâh-u Teâlâ aletsiz ve harfsiz tekellüm eder.”

Allâh’ın Kelâmı, bizim kelâmımıza benzemez. O’nun Kelâmının başlangıcı ve sonu yoktur. Kelâmında ne duruş ne de kesinti olur. Çünkü O’nun Kelâmı ne harf ne de sestir. Muhakkak ki, Allâh’ın Kelâmı kendisine has ezelî ve ebedî bir sıfattır. O’nun Kelâmı yaratılmışların kelâmına benzemez. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[2]

﴾ وَكَلَّمَ اللهُ مُوسَى تَكْلِيمًا ﴿

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ, kendi kelâmıyla Mûsâ’ya tekellüm etti.”

[1]  El-Fıkıhu’l Ebsat

[2]  En-Nisâ’ 164

Allâh’ın Zâtı yaratılmışların zâtına benzemez. Allâh’ın sıfatları yaratılmışların sıfatlarına benzemez ve Allâh’ın fiili (yaratmak gibi) de yaratılmışların fiillerine benzemez. Allâh’ın fiili (yaratmak gibi) ezelî ve ebedîdir.

“Mef’ul” ise sonradan yaratılmıştır. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَللهِ الْمَثَلُ الأعَْلَى ﴿

Anlamı: “En yüce sıfatlar Allâh’ındır.”

İmâm Ebu Hanîfe ve İmâm Buhârî bu konuyla ilgili şöyle buyurmuşlar:

فِعْلُهُ تَعَالَى صِفَةٌ لَهُ فِي الأزََلِ وَالْمَفْعُولُ حَادِثٌ

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ’nın fiili (yaratmak gibi) kendisine has, ezelî bir sıfattır. “Mef’ul” (yaratık) ise sonradan var olmuştur.”

[1]  En-Nahl 60

İmâm Ebu Hanîfe, İmâm Senûsî, İmâm Fadâlî ve İmâm Şernûbî gibi İslâm âlimlerinin bildirdiği Allâh’ın 13 tane sıfatını bilmek farzdır. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de ya lâfzen ya da mânen zikredilmiştir.

Bu sıfatlar şunlardır:

1-El-Vucûd الْوُجُود : Allâh’ın Zâtının  var olması demektir.

2-El-Vahdâniyyeh  الْوَحْدَ ِانيَّة : Allâh’ın birliği (Ulûhiyette şerikinin olmaması) demektir.

3-El-Kidem الْقِدَم : Allâh’ın ezelî oluşu; varlığının bir önü, öncesi ve başı, başlangıcı olmaması demektir.

4-El-Bekâ’ الْبَقَاء : Allâh’ın ebedî (sonsuz) oluşu, varlığının sonu olmaması demektir.

5-El-Kıyâmu Binnefs الَْقِيَامُ ِبِالنَّفْس : Allâh’ın herhangi bir şeye asla muhtaç olmaması demektir.      

6-El-Kudrah الْقُدْرَة : Allâh’ın, her şeye kâdir olması demektir.

7-El-İrâdeh الإرَادَةُ : Allâh’ın dilemesi, istediği ve dilediği şeyi; dilediği anda, dilediği şekilde yaratması demektir.

8-El-İlm الْعِلْمُ : Allâh’ın bilmesi, her şeyi biliyor olması demektir.

9-Es-Sem-u السَّمْعُ : Allâh’ın her şeyi ve işitmesi demektir.

10-El-Bašar الْبَصَرُ : Allâh’ın görmesi, her şeyi görüyor olması demektir.

11-El-Hayât الْحَيَاةُ : Allâh ezelî ve ebedî bir hayat ile mevsuftur demektir.

12-El-Kelâm الْكَلمُ : Allâh, tekellüm eder demektir.

13-El-Muhâlefetu lil Havâdis  الْمُخَالَفَةُ ِللْحَوَ ِاد ِث : Allâh’ın yaratılmışlara benzememesi demektir.

Allâh’ın Zâtı ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir. Allâh’ın Zâtı ezelî olduğundan muhakkak ki, sıfatlarının da ezelî olması gerekir. Sıfatları yaratılmış olsaydı, o zaman Zâtı da yaratılmış olurdu.

[1]İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor:

فَصِفَاتُهُ غَيْرُ مَخْلُوقَةٍ وَلاَ مُحْدَثَةٍ، وَالتَّغَيُّرُ وَالِخْتِلفُ فِي الأحَْوَالِ يَحْدُثُ فِيالْمَخْلُوقِينَ، وَمَنْ قَالَ إِنَّـهَا مُحْدَثَةٌ أوَْ مَخْلُوقَةٌ أوَْ تَوَقَّفَ فِيهَا أوَْ شَكَّ فِيهَا فَهُوَ كَافِرٌ

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ’nın sıfatları yaratılmış değildir. Sonradan olma da değildir. Yaratılmışlarda olan değişme ve ihtilafa uğrama gibi durumlardan münezzehtir. Kim “Allâh’ın sıfatları sonradan olmuştur veya yaratılmıştır” derse veya duraklarsa  (“yaratılmıştır veya yaratılmamıştır demem” gibi) veya şüphe ederse kâfir olur.”

[1]  El-Fıkhu’l Ebsat

İmâm İbn-i Cevzî[1], “Allâh’ın kudret sıfatı gibi bilinmesi gereken sıfatlarından herhangi birini inkâr eden kimsenin, âlimlerin ittifakıyla kâfir olduğunu” zikretmiştir. Bunu İmâm İbn-i Hacer Askalâni nakletmiştir.[2]

[1]  Te’vîl Es-Sıfât

[2]  Fethu’l Bârî

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1] 

﴾ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ ﴿

 Anlamı: “O (Allâh), hiç bir şeye benzemez.”

Bu âyet Allâh’ın  yaratıklara benzemekten ve mekândan münezzeh olduğuna dair en belirgin ve net âyettir. Çünkü yaratılan her şeyin bir mekânı var.

[1]  Eş-Şûrâ 11

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[1]

 اللَّهُمَّ أنَْتَ الأوََّلُ فَلَيْسَ قَبْلَكَ شَىْءٌ وَأنَْتَ الآخِرُ فَلَيْسَ بَعْدَكَ شَىْءٌ وَأنَْتَ الظَّاهِرُ فَلَيْس فَوْقَكَ شَىْءٌ وَأنَْتَ الْبَاطِنُ فَلَيْسَ دُونَكَ شَىْءٌ

Anlamı: “Ey Allâh’ım! Sen İlksin (Ezelîsin) Senden önce hiç bişey yoktur. Sen Sonsun (Ebedîsin) Senden sonra hiç birşey yoktur. Sen Zâhirsin (varlığı delillerlerle sabit olansın) Senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen Bâtınsın (Gizli olanları bilensin) Senin altında hiçbir şey yoktur.”

İmâm Beyhakî şöyle diyor:[2] “Alimlerimiz bu hadisten Allâh’ın mekânsız olduğuna dair delil almış ve demişlerdir ki: Öncesi ve sonrası, üstü ve altı olmayanın  mekânı da olmaz.” Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[3]

كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ شَىْءٌ غَيْرُهُ

Anlamı: “Allâh vardı O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” Başka bir deyişle ezelde Allâh’tan başka hiçbir şey yoktu.

Mekân yokken Allâh mekânsız vardı ve mekânları yarattıktan sonra yine ezelde olduğu gibi mekânsızdır. Allâh değişmez ve değişikliğe uğramaktan münezzehtir. Değişikliğe uğramak hâdis (sonradan yaratılmışların tamamı) olmanın kanıtıdır.

[1]  İmâm Müslim, Sahîh-i Müslim

[2]  El-Esmâ ve’s Sifât

[3]  İmâm Buhârî, Sahîh-i Buhârî

İmâm Ebu Mansûr El-Bağdâdî’nin “El Farku Beynel Firak” adlı kitabında rivâyet ettiğine göre dördüncü halife Ali Efendimiz şöyle buyurdu: “Mekân yok iken Allâh (mekânsız) vardı, şimdi de ezelde olduğu gibidir.” Yani mekânsızdır.

İmâm Ebu Mansûr El-Bağdâdî’nin rivâyet ettiğine göre dördüncü halife Ali Efendimizin torunu İmâm Zeynel Âbidîn şöyle buyurdu:

“Ey Allâh’ım! Senin mekânın yoktur.”[1]

[1]  İthafu’s Sâde’l-Muttekîn

Şehâdet’in bu kısmının anlamı; “Biliyorum, kalbimle inanıyor ve dilimle itiraf ediyorum ki, Efendimiz olan Muhammed, şerîatına îmân edip kendisine tâbi olsunlar diye bütün âlemlere yani insanlara ve cinlere Allâh’ın emriyle Rasûl olarak gönderilmiştir. Allâh’tan tebliğ ettiği bütün konularda sâdıktır.”

Allâh-u Teâlâ  şöyle buyuruyor:[1]

﴾ تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا ﴿

Anlamı: “Bütün âlemlere (cinlere ve insanlara) uyarıcı olsun diye Kur’ân-ı, kuluna (Muhammed) indiren Allâh’ın şanı,  ne yücedir.”

[1]  El-Furkân 1

O; Muhammed bin Abdullâh bin Abdulmuttalib bin Hâşim bin Abdimenâf El-Kuraşiy’dir. Peygamberimiz Kureyş kabilesindendir. Rabiul Evvel ayının 12. gecesinde Mekke’de doğdu. Mekke’de iken 40 yaşında vahiy ile nübüvvet geldi. Vahyin gelişinden 13 sene sonra Medine’ye hicret etti ve orada 10 yıl kaldıktan sonra vefât etti. Medine-i Münevvere’de, mü’mînlerin annesi Validemiz Aîşe’nin evinde defnedildi. Yani diğer Peygamberlerde de olduğu gibi Peygamberimiz de vefât ettiği yerde defnedilmiştir. Çünkü Peygamberlere has olan özelliklerden bir tanesi de vefât ettikleri yerde defnedilmeleridir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[1]

 إِنَّ اللهَ اصْطَفَى كِنَانَةَ مِنْ وَِلَدِ إِسِْمَاٍعِيلَ وَاصْطَِفَىِ قُرَيِْشًا مِنِْ كٍِنَانَةَ وَاصْطَفَى مِنْ قُرَيْشٍ بَنى هَاشم وَاصْطَفَانى منْ بَنى هَاشم

Anlamı: “Allâh-u Teâlâ, İsmâîl oğullarından Kinâneh’i, Kinâneh’den Kurayş’i, Kurayş’ten Haşimoğulları’nı ve Haşimoğulları’ndan da beni seçti.”

[1]  İmâm Müslim, Sahîh-i Müslim

Peygamber Efendimiz’in, Allâh’tan haber verdiği her konuda sâdık olduğuna îmân etmek farzdır. Geçmiş ümmetlerin ve Peygamberlerin hayatları, ilk yaratık, dünya ve Âhiret’te hâsıl olacak olaylar hakkında veya kulların bazı fiillerinin ve sözlerin helâl veya harâm kılınması gibi tüm hususlardaki bildirmiş olduğu konularda sâdıktır. Allâh-u Teâlâ Peygamberimiz hakkında şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْيٌ يوُحَى  ﴿

Anlamı: “O (Muhammed), kendi hevâsıyla değil, ancak Ona vahyedilen şeyleri konuşur.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[2]

لَيْسَ أحََدٌ اِلاَّ يؤُْخَذُ مِنْ قَوْلِهِ وَيدَُعُ غَيْرَ النَّبِيِّ

Anlamı: “Allâh Rasûlü hariç, herkesin sözünden alınır veya reddedilir.”

[1] En-Necm 3-4

[2] İmâm Tabarânî, El-Mu’cem El-Kebîr

“Kabir azabına” îmân etmek farzdır. Mükellef olan kâfir, tövbe etmeden, yani Kelime-i Şehâdeti getirmeden ölürse, kabirde azap çekecektir. Kabir azabı olarak; günün başlangıcında ve sonunda olmak üzere günde iki defa Cehennemde azap göreceği yerin gösterilmesi, kabrin, kişinin üzerine daraltılıp kaburga kemiklerinin birbirine geçecek şekilde sıkıştırılması; ayrıca Münker ve Nekir denen iki meleğin kabirdeki insa na demirden bir balyoz ile iki kulağı arasına vurmaları ve bunlardan başka azapların olduğu rivâyet edilmiştir. Bazı Müslümanlar, günahlarından tövbe etmeden ölürlerse kabirlerinde kâfirlerin gördüğü azaptan daha az bir azap göreceklerdir. Kabrin vahşetinden ve karanlığından korkmaları gibi. Her kim kabir azabını inkâr ederse kâfir olur. Çünkü kabir azabının var olduğuna dair delil olan âyet ve hadislere muhalif olmuş olur. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ النَّارُ يعُْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أدَْخِلُوا آل فِرْعَوْنَ أشََدَّ الْعَذَابِ ﴿

Anlamı: “Onlar kabirlerinde sabah akşam ateşe sunulacaklar. Kıyâmet koptuğu günde Firavun’u ve âlîni, yani ona tabi olanları azabın en çetinine sokun denir.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[2]

 إِنَّ الْعَبْدَ إِذَا وُضِعَ فِي قَبْرِهِ وَتَوَلَّى عَنْهُ أصَْحَابُهُ إِنَّهُ لَيَسْمَعُ قَرْعَ نِعَالِِهِم إِذَا انْصَرَفُوا أتََاهُ مَلَكَانِ فَيُقْعِدَانِهِ فَيَقُولنِ: مَا كُنْتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ مُحَمَّدٍ؟ فَأمََّا الْمُؤْمِنُ فَيَقُولُ: أشَْهَدُ أنََّهُ عَبْدُ اللهِ وَرَسُولهُُ، فَيُقَالُ لَهُ: انُْظرُْ إِلَى مَقْعَدِكَ مِنَ النَّارِ أبَْدَلَكَ الله ِبِهِ مَقْعَدًا مِنَ الْجَنَّةِ، فَيَرَاهُمَا جَمِيعاً، وَأمََّا الْكَافِرُ أوَِ الْمُنَافِقُ فَيَقُولُ: ل أدَْرِي كُنْتُ أقَُولُ مَُا يَقُولُ النَّاسُ فِيهِ، فَيُقَالُ: ل دَرَيْتَ وَل تَلَيْتَ، ثمَُّ يضُْرَبُ ِبِمِطْرَقَةٍ مِنْ حَدِيدٍ بَيْنَ أذُُنَيْهِ فَيَصِيحُ صَيْحَةً يَسْمَعُهَا مِنْ يَلِيهِ إِل الثَّقَلَيْنِ

Anlamı: “Kul, mezara konulduktan sonra kendisini defneden cemaat mezardan ayrılırken onların ayak seslerini duyar. Daha sonra iki melek gelip kabirdeki kişiyi oturtup sorarlar: “Muhammed adındaki bu adam hakkında ne diyordun?”  Mü’mîn olan kabir ehli der ki: “Şehadet ederim ki O, Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür.” Ona; “Cehennemdeki yerine bak, Allâh sana Cennette bir yerle değiştirmiştir” derler.  Kul iki yeri de görür. Kâfir veya münafık ise Peygamberimiz için sorulan soruya cevap olarak der ki:  “Bilmiyorum, insanlar onun hakkında ne söylüyorlarsa bende aynısını söylüyordum.” Ona; “Muhakkak ki bilmiyorsun” derler. Bu sorgulamadan sonra iki kulağı arasına balyozla vurulur. Öyle bir bağırır ki, insanlar ve cinler hariç oradakiler atılan bu çığlığı duyarlar.”

[1] Ğâfir (El-Mü’min) 46

[2] İmâm Buhârî, Sahîh-i Buhârî ve İmâm Müslim, Sahîh-i Müslim

“Kabrin nimetlerine” îmân etmek farzdır. Peygamberimiz kabirdeki bu nimetlerden bahsetmiştir. Kabir, muttakî (takvâ sahibi) mü’mînler için yetmişe yetmiş arşın genişlikte olur.  Allâh yolunda şehit düşen ve bu mertebeye ulaşamasa dahi muttaki olan kullar için kabir Allâh’ın meşi’eti ile genişler ve dolunayın nuruna benzeyen bir nurla nurlandırılır. Cennetin kokusunu alma da kabrin nimetlerindendir.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[1]

 إِذَا قُبِرَ الميِّتُ أوَِ الإِنْسَانُ أتََاهُ مَلَكَانِ أسَْوَدَانِ أزَْرَقَانِ يقَُالُ لأحَدِهِمَا: مُنْكَرٌ، وَلِلآخَرِ: نَكِيرٌ، فَيَقُولنِ لَهُ: مَا كنتَ تَقُولُ فِي هَذَا الرَّجُلِ مُحَمَّدٍ، فَهوَ قَائِلٌ مَاكَانَ يَقُولُ، فِإِنْ كَانَ مُؤْمِنًا قَالَ: هُوَ عَبْدُ اللهِ وَرَسُولهُُ أشَْهَدُ أنَْ لاَ إِلَه اِلاَّ الله وَأشَْهَدُ أنََّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولهُُ، فَيقُولنِ لَهُ إِنْ كُنَّا لَنَعْلَمُ أنََّكَ لَتَقُولُ ذَلِكَ،ثمَُّ يفُْسَحُ لَهُُ فِي قَبْرِهِ سَبْعُونَ ذِرَاعًا، وَينَُوَّرُ لَهُ فِيهِ، فَيُقَالُ لَهُ: نَمْ فيَنامُ كَنوْمِ الْعَرُوسِ الَّذِي لاَ يوُقِظهُُ الاَّ أحََبُّ أهَْلِهِ، حَتى يَبْعَثَهُ اللهُ منْ مَضْجَعِهِ ذَلِكَ

Anlamı: “Ölü defnedildikten sonra yanına, renkleri siyah ve mavi olan, birine “Münker”, diğerine “Nekîr” denilen iki melek gelir ve ölüye derler ki; “Muhammed adındaki bu adam hakkında ne diyordun.” O kimse Peygamberimiz için dünyada iken ne söylüyorsa aynısını kabirde de söyleyecektir. Mü’mîn olan der ki;  “O, Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür. Şehadet ederim ki, Allâh’tan başka İlâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.” Ona; “Böyle söyleyeceğini biliyorduk” derler. Daha sonra kabri aydınlanır ve 70 arşın uzunluğunda ve 70 arşın genişliğinde olur. Sonra ona; “Uyu” derler. Öyle rahat ve güzel bir şekilde uyur ki, damat gerdek gecesinden sonra ehlinden en sevdiği kişi tarafından nasıl rahat bir şekilde uyandırılıyorsa Kıyâmet gününde aynı rahatlıkta ve mutlu bir şekilde hesaba kalkar.”

[1] İmâm İbn-i Hibbân, Sahîh-i İbn-i Hibbân

“Münker ve Nekîr” adlı meleklerin sorusuna îmân etmek farzdır. Sual, davet ümmetinden olan mü’mînlere ve kâfirlere olacaktır.

Allâh, kâmil mü’mînin kalbini güçlü kılar. Meleklerin sualinden ve korkutu cu olan şekillerinden korkmaz. Çünkü hadiste varid olduğuna göre bu melekler, siyah ve mavi renkte olup korkutucudurlar. Meleklerin sualinden; çocuklar, şehitler ve Peygamberler müstesnadır. Çocuklardan maksat, buluğ çağına varmadan ölenler, şehitten maksat ise savaşta şehit düşen kimselerdir.

[1]İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor:

وَسُؤَالُ الْمَلَكَيْنِ مُنْكَرٍ وَ نَكِيرٍ حَقٌّ كَائِنٌ فِي الْقَبْرِ

Anlamı: “Münker ve Nekîr’in sorusu haktır ve kabirde gerçekleşecektir.”

[1] El-Fıkhu’l-Ekber

Kur’ân-ı Kerîm’i ölünün üzerine okumak caizdir.  Allâh-u

Teâlâ şöyle buyurmuştur:[1]

﴾ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ ﴿

Anlamı: “Hayır yapınız.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:[2]

 اقْرَءُوا يَس عَلَى مَوْتَاكُمْ

Anlamı: “Ölülerinizin üzerine Yâsîn (sûresini) okuyunuz.” İmâm İbn-i Hibbân bu hadisin “Sahîh” olduğunu söylemiştir.

Bunun caiz ve yararlı oluşu hususunda hak ehlinin icması da vardır. İmâm Şâfîi şöyle demiştir: “Ölünün mezarının yanında Kur’ân’dan bir kısım okumuş olsalardı iyi olurdu ve Kur’ân’ın tümünü okumuş olsalardı daha iyi olurdu.” Bunu İmâm Nevevî “Riyâdussalihîn” adlı kitabında nakletmiştir.

[1] El-Hac 77

[2] İmâm Ebu Dâvûd, Sünen-i Ebu Dâvûd; İmâm Ahmed, El-Musned; İmâm Beyhakî esSünen es-Suğrâ

El-Be’as” (dirilme), toprak ölülerin cesetlerini yedikten sonra, cesetlerin tekrar dirilip kabirden çıkmasıdır. Tâbi eğer ölü kişiler toprağın cesetlerini yediği kısımlardan iseler.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَأنََّ السَّاعَةَ ءَاتِيَةٌ ل رَيْبَ فِيهَا وَأنََّ اللهَ يَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُور ﴿

Anlamı: “Muhakkak ki Kıyâmet gelecektir; bunda hiç şüphe yoktur. Allâh bütün kabirlerde olan kişileri diriltecektir.”

Toprak Peygamberlerin bedenlerini çürütmez.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:[2]

الأنَْبِيَاءُ أحَْيَاءٌ فِي قُبُورِهِمْ يصَُلُّونَ

Anlamı: “Peygamberler kabirlerinde diridirler, namaz kılarlar.”

İmâm Manâvi[3]  bu hadisin “Sahîh” olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu hadisi İmâm Suyûti[4] de rivâyet etmiştir. Aynı şekilde toprak, savaş şehitlerinin bedenlerini de çürütmez. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[5]

﴾ وَل تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللهِ أمَْوَاتًا بَلْ أحَْيَاءٌ عِنْدَ رَبِِّهِمْ يرُْزَقُونَ ﴿

Anlamı: “Allâh yolunda öldürülenleri (şehitler) sakın ölü sanmayın, bilakis onlar diridirler, Allâh onları rızıklandırır.”

Yine toprak,  bazı büyük evliyaların bedenlerini de çürütmez. Rivâyetlere göre toprağın bazı büyük evliyaların bedenini çürütmediği görülmüştür.

[1] El-Hac 7

[2] İmâm İbn-i Hacer Askalânî, Fethu’l Bârî; İmâm Suyûti, Şerh Sünen en-Nesâi; İmâm Ebû Ya’lâ’, el-Müsned

[3] Faydu’l-Kadîr

[4] Cem’ul-Cevâmi’

[5] Âli-İmrân169

“El-Haşr”; kişinin kabrinden kalkıp hesap sahasına gitmesine denir. Haşrolunma üç şekilde olacaktır:

1-Giyinmiş, merkebe binmiş, karnı tok olarak haşrolunanlar. Bunlar muttakî olan kimselerdir.

2-Çırılçıplak bir şekilde hesaba gidenler. Bunlar ise fasıklardır (yani bü yük günahkârlar.)

3-Çırılçıplak bir şekilde yüz üstü süründürülerek hesap sahasına gidenler. Bunlar da kâfirlerdir.

İnsanlar, hayvanlar ve cinler haşronulacaktır. İnsanlar ve cinler ya Cennet’e ya da Cehennem’e giderler. Hayvanlar ise birbirlerinden haklarını aldıktan sonra toprak olacaklardır.  Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

 ﴾ وَاتَّقُوا اللهَ وَاعْلَمُوا أنََّكُمْ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ ﴿

Anlamı: “Allâh’tan korkun ve bilin ki hesap vermek için mahşerde toplanacaksınız.”

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[2]

﴾ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى وُجُوهِِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّا ﴿

Anlamı: “Kıyâmet gününde onları (kâfirleri) kör (hoş olan şeyleri görmezler), dilsiz (delil ile konuşamazlar) ve sağır (hoş olan şeyleri duymazlar) bir halde yüzükoyun haşrederiz.”

Bu âyette geçen kör, dilsiz ve sağır derken gerçek anlamda değildir. Çünkü bazı azaplar görmekle, bazıları da işitmekle olur. İbn-i Abbâs bu konuda der ki; “onlar hoşnut edici bir şeyi ne görür ne de işitirler.” Bir de ellerinde delil olmadığı için dilsizler gibi olur, konuşamazlar.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[3]

﴾ وَإِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْ ﴿

Anlamı: “Hayvanlar haşredildiğinde…”

[1] El-Bakarah 203

[2] El-İsrâ’ 97

[3] Et-Tekvîr 5

Kıyâmet” insanların kabirlerinden çıkıp Cennet ehlinin Cennet’e, Cehennem ehlinin de Cehennem’e girmesine kadar geçen sürenin adıdır. Kıyâmet Günü’nün süresi bizim bildiğimiz 50 bin yıl kadardır. Bu süre imânı kâmil olan insan için, yani farzları yapıp harâmlardan sakınan kişi için (bu süre) iki namaz arasındaki süre gibidir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ ألَْفَ سَنَةٍ ﴿

Anlamı: “Öyle bir gün ki, bunun müddeti 50 bin senedir.”

[1] El-Meâric 4

El-Hisâb”; kullara amellerinin sunulması ve kitapları verildikten sonra amellerinden hesaba çekilmesidir. Bu kitaplar, sevapları ve günahları yazan Rakîb ile Atîd adındaki meleklerin, insanların dünyadaki amellerini yazmış olduğu kitaplardır. Mü’mîn kitabını sağ elle,  kâfir ise kitabını arkadan sol elle alır.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَابًا يَسِيرًا وَيَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِهِ مَسْرُورًا ﴿
﴾ وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ فَسَوْفَ يَدْعُوا ثُبُورًا وَيَصْلَى سَعِيرًا

Anlamı: “Kimin kitabı sağından verilirse kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine (yani Cennet ehline) dönecektir. Kimin kitabı da arkasından verilirse, o kişi derhal yok olmayı isteyecek ve alevli ateşe girecektir.”

[1] El-İnşikâk 7-12

Sevap”; mü’mînin dünyada iken yaptığı iyi amellerden dolayı Âhiret’te alacağı mükâfattır.
Azap” ise; kulların dünyada yaptığı kötü amellerden dolayı, Âhiret’te göreceği hoşnut olmayacağı cezalardır.

Mizân”a, yani Âhiret terazîsine îmân etmek farzdır.
Terazi; amellerin tartıldığı ortasında bir direk ve her iki yanında birer kefeden oluşan büyük bir cisimdir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[1]

﴾ وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ ﴿

Anlamı: “O günde tartı haktır.”

Kâfirin sevabı olmadığı için bütün günahları bir kefeye konulur. Ancak mü’mînin sevapları bir kefeye, günahları da diğer kefeye konulur. Eğer sevapları günahlarından daha ağır gelirse, o kişi azapsız olarak Cennet’e girer. Eğer günahları sevaplarından daha ağır gelirse, o kişinin durumu Allâh’ın meşieti altındadır; dilerse affeder, dilerse de o kişi (Cehennem’de) azap çektikten sonra Cennet’e girer. Eğer sevapları ve günahları eşit olursa bunlara “Ehl-i Arâf” denir. Bunlar Cennet’in dışında bir süre bekletildikten sonra Cennet’e girerler.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:[2]

 فَأمََّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينهُُ فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ  وَأمََّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينهُُ فَأمُُّهُ هَاوِيَةٌ  ﴿

Anlamı: “O gün her kimin (mü’mînin) tartılan (hayırlı)  ameli ağır gelirse, işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Ameli kötü olana gelince, onun yeri Hâviye’dir.”  Yani o kötü amelin sahibinin yeri Cehennem’dir.

[1] El-Arâf  8
[2] El-Kariah 6- 9

Cehennem’in” varlığına ve şu anda yaratılmış olduğuna îmân etmek farzdır.

Allâh-u Teâlâ Cehennem hakkında şöyle buyuruyor:[1]

﴾ أعُِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ﴿

Anlamı: “Kâfirler için hazırlanmıştır.”

[2]İmâm Ebu Hanîfe şöyle buyuruyor:وَالْجَنَّةُ وَ النَّارُ مَخْلُوقَتَانِ الْيَوْمَ وَل تَفْنَيَانِ أبََدًا

Anlamı: “Cennet ve Cehennem şu anda yaratılmış olup her ikisi de asla fani olmayacaklardır.”

Cehennem, Allâh’ın yarattığı en şiddetli ve en kuvvetli ateştir. Merkezi yedi kat yerin altındadır ve sonsuza kadar kalacaktır.

[1] El-Bakarah 24

[2] El-Fıkhu’l-Ekber

 

Cevap-76: “Es-Sırât”; Cehennem’in üzerinde bulunan ve insanların üzerinden

geçeceği bir köprüdür. Bunun bir tarafı değişen yerde (değişen yer;

Kıyâmet’ten sonra yeryüzünün değiştikten sonraki halidir), diğer tarafı ise

Cehennem’i aşıp Cennet’e yakın bir yerdedir. İnsanlar Sırât Köprüsü’nün hizasından

geçerler. Mü’mînlerin bir kısmı Sırât’a basmadan uçarak geçerken,

bir kısmı da Sırât’a basarak geçerler. Bir kısım insanlar bu köprüden Cehennem’e

düşerken bir kısmını da Allâh, Cehennem’e düşmekten kurtaracaktır.

Ancak kâfirlerin hepsi Cehennem’e düşeceklerdir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:2

﴿†وَ†إِنْ†مِنْكُمْ†إِلا†وَارِدُهَا†﴾

Anlamı: “İçinizden, oraya (Cehennem) uğramayacak hiçbir kimse yoktur.”

Uğramak iki şekilde olur:

1-Havadan geçmek.

2-İçine düşmek.

O halde bu âyeti delil göstererek Peygamberler dâhil herkes Cehennem’e

girecek demek yanlıştır

Cevap-77) “El-Havd”; Allâh’ın Cennet ehli için hazırladığı bir havuzdur. Cennet ehli Cennet’e girmeden önce bu havuzdan içer ve sonrasında kesinlikle susamazlar. Her Peygamberin ümmeti için bir havuzu vardır. Bu havuzların en büyüğü içine Kevser suyunun aktığı Peygamberimizin havuzudur. O havuzda, semadaki yıldızların sayısı kadar tas vardır. İçlerine Cennet suyundan doldurulur. 

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 حَوْضِي مَسِيرَةُ شَهْرٍ مَاؤُهُ أبَْيَضُ مِنْ اللَّبَنِ وَرِيحُهُ أطَْيَبُ مِنْ الْمِسْكِ وَكِيزَانهُُ كَنجُُومِ

78: Şefaat”; başkasından, bir başkası için hayrı istemektir. Şefaat, sadece Müslümanlara mahsustur. Peygamberler, ilmi ile amel eden âlimler, şehitler ve melekler şefaat ederler. 

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 شَفَاعَتِي لِأهَْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أمَُّتِي

Anlamı: “Şefaatim, ümmetimin büyük günahkârlarınadır.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 لِكُلِّ نَبِيٍّ دَعْوَةٌ مُسْتَجَابَة ٌ، فَتَعَجَّلَ كُلُّ نَبِيٍّ دَعْوَتَهُ، وَإِنِيّ اخْتَبَأْتُ دَعْوَتِي شَفَاعَة ً لأمَُّتِي

يَومَ القِيَامَةِ، فَِهِيَ نَائِلَةٌ إِنْ شَاءَ الله  مَنْ مَاتَ مِنْ أمَُّتِي ل يشُْرِكُ ِبِاللهِ شَيْئًا

Anlamı: “Her Peygamberin kendisinden kabul edilen bir duası vardır. Öyle ki her Peygamber bu duasında çabuk davranmıştır (duasını dünya hayatında istemiştir). Ben ise onu Kıyâmet Günü’nde ümmetime şefaat etmek için sakladım. O halde ümmetimden şirke düşmemiş bir halde ölen kimse inşâallâh ona nail olacaktır.”

Kâfirlere Kıyâmet gününde şefaat yoktur. 

79:Cennet”; Darusselâm’dır ve şu anda vardır.  

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ﴿ وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَِبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأرَْضُ أعُِدَّتْ لِلْمُتَّقِين﴾ 

Anlamı: “Rabbinizin bağışlamasına ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, Allâh’tan gereği gibi korkanlar için hazırlanmış bulunan Cennet’e koşun!” 

Cennet sonsuza dek kalacaktır. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

   ﴿ وَمَنْ يطُِعِ اللهَ وَرَسُولَهُ يدُْخِلْهُ جَنَّاتٍ  تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا                                     

الأنَْهَارُ خَالِدِينَ  فِيهَا وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ ﴾

Anlamı: “Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allâh, onu, altından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. Orada devamlı kalıcıdırlar. İşte büyük kurtuluş budur.”

Cennet’e girenlerin çoğu fakirlerdendir. 

80: Cennet ehlinin, Allâh’ı mekânsız ve yönsüz göreceğine îmân etmek farzdır. Mü’mînler kendileri Cennet’te iken başlarındaki (normal gözleri) gözleri ile benzersiz, mekânsız ve yönsüz olarak Allâh’ı görürler. 

Meleklerin mükerrem kullar olduklarına îmân etmek farzdır. Melekler ne erkek ne de dişidirler. Yemez, içmez ve uyumazlar. Kısacası nefsanî duygulardan uzaktırlar. Günah işlemez, Allâh’a isyan etmezler. Allâh’ın emrettiğini yaparlar. 

82: Meleklerin sayısı çoktur. Onların sayısını Allâh’tan başka kimse bilemez. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ وَمَا يَعْلَمُ جُنوُدَ رَبِِّكَ الاَّ هُوَ ﴾

Anlamı: “Allâh’tan başka hiç kimse meleklerin sayısını bilemez.”

Meleklerin bazıları şunlardır:

1-Cebrâîl, vahiy meleğidir.

2-Mikâîl, tabiat olaylarıyla görevli olan melektir.

3-Azrâîl, ölüm meleğidir.

4-İsrâfîl, Sûr’a üflemekle görevli olan melektir.

5-Münker ve Nekîr, kabir sualinin melekleridir.

6-Rıdvân, Cennet’in sorumlu meleğidir.

7-Mâlik,  Cehennem’in sorumlu meleğidir.

mâm Tabarânî ve İbn-i Ferhûn ölüm meleğinin Azrâîl olduğunu zikretmişlerdir. 

 Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

 ﴿ قُلْ يَتَوَفّٰاكُمْ مَلَكُ الْمَوْتِ الَّذ۪ي وُكِّلَ ِبِكُمْ ﴾

Anlamı: “( Ey Rasûlüm) De ki: Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak.” Bu ayette geçen, ölüm meleği Azrâîl’dir. 

84:Kaderin hayrına ve şerrine”, yani şer ya da hayır olarak var olan her şeyin Allâh’ın ezeli takdiriyle olduğuna iman etmek farzdır. Kulların hayırlı amelleri Allâh’ın takdiri, sevgisi ve rızasıyladır. Kulların şer amelleri de Allâh’ın takdiri iledir. Fakat Allâh şerri ve şer olan şeyleri sevmez. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:﴿ وَخَلَقَ كُلَّ شَىْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا﴾ 

Anlamı: “ Her şeyi yaratıp takdir etti.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:  اليمَانُ أنَْ تُؤْمِنَ ِبِاللهِ وَمَلئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَتُؤْمِنَ ِبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّه

Anlamı: “İman; Allâh’a, Meleklerine, Kitaplarına, Rasûllerine, Kıyamet Gününe ve Kaderin hayırına ve şerrine iman etmektir.”

Cevap-85) Allâh’ın Rasûl olan ve Rasûl olmayan bütün Peygamberlerine îmân etmek farzdır. Peygamberlerin ilki Âdem ž, sonuncusu ise Muhammed’dir . 

Allâh-u Teâlâ âyetinde şöyle buyuruyor:

﴿ ل نفَُرِّقُ بَيْنَ أحََدٍ مِّن رُّسُلِهِ ﴾

Anlamı: “Peygamberler arasında (îmân etmede) hiçbir ayırım yoktur.” 

86: Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 الأنْبِيَاءُ إِخْوَةٌ لِعَلتٍ دِينهُُمْ وَاحِدٌ وَ أمَُّهَاتُهُمْ شَتَّى

Anlamı: “Peygamberler üvey kardeştirler. Hepsinin Dîni birdir, fakat şerîat hükümleri arasında değişiklikler vardır.”

Cevap-87) İmâm Ebu Mansur El-Bağdadî şöyle diyor: “Nebiy; Rasûl olmayan Peygamberdir. Rasûl;  kendisine yeni bir şerîat vahyedilendir. Yani Rasûl olan Nebiy yeni hükümlerle gönderilendir. Rasûl olmayan Nebiy kendisine yeni hükümlerle değil de kendisinden önceki Rasûlün hükümlerine tâbi olması için gönderilen Peygamberdir.” Hepsi, yani Rasûl olan ve Rasûl olmayan Peygamberler “Tebliğ” etmekle emrolunmuşlardır.

88) Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ كَانَ النَّاسُ أمَُّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِين﴾ 

Anlamı: “İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allâh, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Nebiyler göndermiştir.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

وَكَانَ النَّبِيُّ يبُْعَثُ إِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً

Anlamı: “Her Nebiy kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara gönderildim.”

89: Peygamberlerin ilki Âdem Peygamberdir. 

İmam İbni Hibbân’in rivayet ettiğine göre

 أبَُو ذَرْ الغِفَارِي قَالَ :قُلْتُ : يَا رَسُولَ اللهِ كَمِ الْأنَْبِيَاءِ ؟ قَالَ : ) مِئَةُ ألَْفٍ وَعِشْرُونَ ألَْفًا( 

( قُلْتُ : يَا رَسُولَ اللهِ كَمِ الرُّسُلُ مِنْ ذَلِكَ ؟ قَالَ : ) ثَلَثُ مِئَةٍ وَثَلَثَةَ عَشَرَ جَمًّا غَفِيرًا 

( قَالَ : قُلْتُ : يَا رَسُولَ اللهِ مَنْ كَانَ أوََّلَهُمْ ؟ قَالَ : ) آدَمُ (

Anlamı: “Ebu Zer el-Gifârî şöyle dedi: Dedim ki: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Peygamberlerin sayısı kaçtır?’ Mealen: ‘124 bin’ dedi. ‘Onlardan kaçı Rasûldür?’ dedim: ‘313”’ dedi. ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Onların ilki kimdir?’ dedim. ‘Âdem.’ dedi.” 

İmam Ebu Mansur el-Bağdâdî şöyle dedi:

“Müslümanlar, İnsanlara gönderlen ilk peygamber Âdem’in olduğuna icma ettiler.”

Soru-90: Âdem peygamberin peygamber olduğunun delili nedir?

Cevap-90: Allâh-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:3

﴿ إِنَّ اللهَ اصْطَفَى آدَمَ وَنوُحًا وَآلَ إِبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ﴾

Anlamı: “Allâh; Âdemi, Nûh’u, İbrâhîm’in âlini ve İmrân’ın âlini seçip âlemlere üstün kıldı.” 

İmam Taberi tefsirinde bu âyette geçen ‘seçme lafzının; Peygamber olarak seçme manasında olduğunu’ söylemiştir. 

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 وَمَا مِنْ نَبِيٍّ يَوْمَئِذٍ آدَمَ فَمَنْ سِوَاهُ إل تَحْتَ لِوَائِي

Anlamı: “Âdem ve diğer Peygamberler Kıyâmet Günü’nde benim sancağım altında olacaklardır.”

91: Allâh’ın Rasûllerine indirilen semavî kitaplara îmân etmek farzdır. Semavî kitapların sayıları çoktur. En çok tanınmışları; Kur’ân-ı Kerîm, Tevrât, İncîl ve Zebûr’dur.

İmâm İbn-i Hibbân’in rivâyet ettiği hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, Semavî kitapların sayısının 104 olduğunu bildirmiştir.

İmâm Şemsuddîn Er-Ramlî, Semavî  kitapların sayısının 104 olduğunu zikretmiştir.

92: Peygamber Efendimiz Muhammed’in  davetine ve Peygamberlerin sonuncusu olduğuna îmân etmek farzdır. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: ﴾وَخَاتَمَ النَّبِيِّين ﴿

Anlamı: “Peygamberlerin sonuncusudur.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

   وَخُتِمَ ِبِيَ النَّبِيُّون

Anlamı: “Peygamberler benimle son buldu.”

Peygamber Efendimiz’in, Âdemoğullarının en üstünü olduğuna îmân et mek farzdır. Âlimler bunda ittifak etmişlerdir. 

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

أنََا سَيِّدُ وَلَدِ ءَادَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ فَخْرٌ

Anlamı: “Ben Kıyâmet Günü’nde Âdemoğullarının efendisiyim, bunu iftihar için söylemiyorum.”

93: Allâh, Peygamberleri insanlara dünyada ve Âhiret’te fayda verecek şeyleri öğretmek için göndermiştir. Onlar, insanların rehberi ve önderidirler. Bundan dolayı Allâh; Peygamberlerini, Onlara layık, yakışan, iyi sıfatlar ve iyi ahlak ile sıfatlandırdı. Bu sıfatlar sıdk, emanet, fetanet (zeki olmak), şecaat (cesaret) tebliğ ve iffettir ( namusluluk). 

Allâh-u Teâlâ, bazı Peygamberleri zikrettikten sonra şöyle buyuruyor:

﴿ وَكُلًّ فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ ﴾

Anlamı: “Hepsini (Peygamberleri) âlemlere üstün kıldık.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

 مَا بَعَثَ اللهُ نَبِيًّا إِل حَسَنَ الْوَجْهِ حَسَنَ الصَّوْتِ، وَإِنَّ نَبِيَّكُمْ أحَْسَنهُُمْ وَجْهًا وَأحَْسَنهُُمْ

صَوْتًا

Anlamı: “Allâh, güzel yüzlü ve güzel sesli olmayan bir Peygamber göndermemiştir ve muhakkak ki, sizin Peygamberiniz onların en güzel yüzlü ve en güzel sesli olanıdır.”

94: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de “Sıdk” sıfatıdır. 

Peygamberler asla yalan söylemezler,  söyledikleri her şeyde sâdıktırlar,  yani doğruyu söylerler. İçlerinde yalan söyleyen hiçbir Peygamber yoktur. Çünkü yalan söylemek insanın kıymetini düşüren olumsuz bir durumdur. İnsanları Allâh’ın razı olduğu Dîne (İslâm’a) davet eden Peygamberler, nasıl sâdık olmasın nasıl yalan söylesin ki? Asla söylemezler.

95: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de Fetânet (Zekâ) sıfatıdır. Bütün Peygamberler zekidir ve kesinlikle içlerinde zekî olmayan yoktur.   Allâh,  onlara öyle zekâ vermiştir ki,  düşmanlarını o zekâ sayesinde verdikleri deliller ile hayrete düşürmüşlerdir.

96: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de Şecaat (Cesaret) sıfatıdır. Peygamberler,  insanlar arasında en cesur olan kişilerdir. Asla düşmanlık yapan kâfirlerden korkmaz ve kaçmazlar.  

Sahabeler, savaşın en çok şiddetlendiği zamanda Allâh Rasûlü’nün arkasına sığındıklarını söylerlerdi. Bu da Peygamberlerin ne kadar cesur olduklarına dair bir delildir. Yalnız diğer insanlarda bulunan aniden ortaya çıkan irkilme ve korkma gibi şeyler onlarda da hâsıl olabilir.  

97: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de İffet sıfatıdır. Bütün Peygamberler namusludurlar. Kendilerinden en ufak yüz kızartıcı olay meydana gelmez ve asla kimsenin namusuna kötü gözle bakmazlar. Namussuzluk insanları aşağılayıcı, itibarını zedeleyici ve yüz kızartıcı bir şeydir. Peygamberler asla değerlerini düşürecek şeylere maruz kalmazlar. Onlar hakkında bu tür şeyler imkânsızdır

98: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de Emânet sıfatıdır. Bütün Peygamberler son derece emindirler. Emanete asla ihanet etmezler. 

Hepimizin bildiği gibi, Allâh’ın Rasûlü Muhammed  henüz kendisine Pey gamberlik vazifesi gelmeden, insanlar arasında güvenilirliği ve doğruluğu ile güzel huyu ve ahlâkı ile tanındığı için kendisine  Muhammed-ul Emîn”, yani  Güvenilir Muhammed” lakabı verilmiştir.  O zamanki önde gelen kabilelerden bazıları değerli eşyalarını ve altınlarını Ona emanet ediyorlardı. İşte Peygamberler bu derece üstün ve güzel ahlâka sahiptirler. 

99: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de İšmet sıfatıdır. Allâh-u Teâlâ, bütün Peygamberleri, hem Peygamberlikten önce ve hem de Peygamberlikten sonra küfürden, büyük günahlardan ve kıymet düşürücü küçük günahlardan, tiksindirici hastalıklardan ve kötü ahlaktan korumuştur. 

Peygamberler bir üzüm tanesi dahi çalmazlar. Ancak haklarında hata (zelle) sayılan ve kıymet düşürücü olmayan bazı küçük günâhlara (hatalara) düşebilirler (Âdem’in ž ž yasaklı ağaçtan yemesi gibi). Bundan dolayı Âdem peygamber için ”Cennet’ten kovuldu” denmez! Fakat başkaları Onlara tâbi olmadan önce hemen tövbe ederler. (İmâm Teftazani / Şerhul Akâid.)

00: Peygamberlerin sıfatlarından birisi de Tebliğ sıfatıdır. Bütün Nebiyler ve Rasûller tebliğ vazifesi ile görevlidirler. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ كانَ النَّاسُ أمَُّة ً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللهُ النَّبِيَّينَ مُبَشِّرينَ وَمُنْذِرينَ ﴾

Anlamı: “İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allâh, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Nebiyleri göndermiştir.”

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor:

كَانَ النَّبِىُّ يبُْعَثُ إِلَى قَوْمِهِ خَاصَّةً وَبُعِثْتُ إِلَى النَّاسِ كَافَّةً

Anlamı: “Her Nebiy kendi kavmine gönderiliyordu. Ben ise bütün insanlara gönderildim.”

Allâh’ın kendilerine vahyettiği emirleri aynen insanlara tebliğ ederler. Tebliğ ettikleri bütün konularda sâdıktırlar,  aldıkları emirleri eksiksiz ve fazlasız tebliğ ederler.

101: Peygamberler, insanların rehberi ve önderi olduklarından dolayı Allâh; Onları, Onlara yakışan iyi ve sevilen sıfatlarla güzelleştirmiştir. Aynı şekilde Allâh, Onları, kötü ve sevilmeyen sıfatlardan da korunmuştur. Allâh; Peygamberleri yalan, hiyânet, rezalet (namussuzluk), sefahat (zevk ve eğlenceye düşkünlük) ve kıymet düşürücü amellerden korumuştur. Peygamberler, Peygamberlik verilmeden önce ve Peygamberlik verildikten sonra küfürden, büyük günahlardan ve kıymet düşürücü küçük günahlardan korunmuşlardır.

102: “Mucize” olağanüstü bir şey olup Peygamber olduğunu söyleyen kimseden hâsıl olan ve ona karşı gelenlerin aynısını yapamadığı şeylerdir. Mucize iki kısma ayrılır:

1-İnsanlar istedikten sonra hâsıl olan mucizeler: Salih Peygamberin kayadan deve çıkartması gibi.

2-İnsanlar istemeden hâsıl olan mucizeler: Peygamber Efendimiz’in İsrâ’ ve Mi’râc mucizesi gibi.

103: Evliya olan kimseden hâsıl olan olağanüstü şeylere keramet denir.

104: Allâh-u Teâlâ Meryem (aleyhesselâm) hakkında şöyle buyu ruyor:

 ﴿ كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَا مَرْيَمُ أنََّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ 

مِنْ عِنْدِ اللهِ إِنَّ اللهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ ِبِغَيْرِ حِسَاٍبٍ﴾                 

Anlamı: “Zekeriyyâ (Peygamber), onun (Meryem) yanına, mâbede (ibâdethane) her girişinde orada bir rızık bulur ve “Ey Meryem, bu sana nerden geldi?” derdi; o da: “Bu, Allâh’tandır. Allâh, dilediğine sayısız rızık verir” derdi. 

105: Allâh-u Teâlâ İbrâhîm hakkında şöyle buyuruyor:

﴿ بَلْ فَعَلَهُ كَ ِبيرُهُمْ هَذَا فَاسْئَلُوهُمْ ِإن كَانوُا يَ ِنطقُونَ ﴾

Bu âyetin anlamı nedir? 105: Şek ve şüphe yoktur ki, Peygamberler yalan söylemekten masumdurlar. Bu âyette İbrâhîm’in söylediklerinde yalan yoktur. 

Bu ifade mecazi yönden hak ve doğru olan bir ifadedir. Çünkü oradaki insanlar o büyük puta çok değer verdiklerinden dolayı, İbrâhîm’in  küçük putları kırmasına büyük put sebep olmuştur. Bu olayda fiilin isnadı büyük puta mecazi bir isnad olup, bunda yalan yoktur.

106: Peygamberler, Peygamberlikten önce de  sonra da küfre düşmekten korunmuşlardır. İbrâhîm güneşi, ayı ve yıldızı görünce  هَذَا رَِبِّى demesi, güneşe, aya ve yıldızlara tapan kavminin inancına karşı bir inkâr “Bu mu benim Rabbim!” “Bu benim Rabbim olamaz!” 

ifadesidir. Yani , 

 veya “Bu benim Rabbim ha!” anlamında söylemiştir. İbrâhîm  bu olaydan öncede “Rububiyetin” Allâh’tan başkasına olmayacağını zaten biliyordu. 

Allâh-u Teâ  şöyle buyuruyor:

﴿ مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَ نَصْرَانِيًّا وَلَكِن كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ ﴾

Anlamı: “İbrâhîm ne Yahudi ne de Hristiyan idi. O, Dînine sımsıkı sarılan hanif bir Müslüman idi. O, müşriklerden de değildi.” 

107:  Allâh-u Teâlâ şöyle

buyuruyor:﴿ وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ ﴾

Anlamı: “İbrâhîm’e önceden hidâyet verildi.” 

İmâm Tabarî tefsirinde, “önce” kelimesinden maksat “ergenlik çağına girmeden önce” mânâsında olduğunu söylemişlerdir. 

108) ﴾ وَهَمَّ ِبهِبهَا لَوْلَ أنَ رَأى  بُرْهَانَ رَِبِبهّ ﴿ Bu âyetin en güzel tefsiri 

şöyledir: “Zeliha zinaya kalkıştı Yûsuf ž ise Rabbinden bir işaret görž meseydi onu itecekti. Fakat gördüğü için itmedi. Yûsuf’tan  zinaya dair bir niyet hâsıl olmamıştır. Çünkü Peygamberler bu tür şeylerden masumdurlar.” Hak ehlinden olan bazı müfessirler bu âyeti şöyle açıklamışlardır: “Ona niyet etti, yani onu itip kendinden uzaklaştırmaya niyet etti. O anda Yûsuf’a bir işaret gösterildi; “Yapma çünkü itersen aleyhine bir delil olur.” Bu yüzden onu itmeyip sırtını döndü ve ondan uzaklaşırken, Zeliha onun elbisesini arkadan yırttı. Delil Zeliha’nın aleyhine oldu.” 

Hak ehlinden olmayan bazı müfessirler dediler ki, “Yûsuf ž zinaya niyet etti hatta elbisesini çıkarıp, erkeğin karısını cimaya (cinsel ilişkiye) beklediği gibi onu bekledi.” Bu kesinlikle doğru değildir ve Yûsuf Peygam bere atılan açık bir iftiradır.

Allâh-u Teâlâ, Yûsuf’un ž beraatını temiz olduğunu bildirerek şöyle buyuruyor:

﴿ قَالَتِ امْرَأةَُ الْعَزِيزِ الآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ أنََاْ رَاوَدتُّهُ عَن نَّفْسِهِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ ﴾

Anlamı: “Aziz (Vezir)’in karısı dedi ki: Şimdi hak belli oldu. Ben, Onu nefsime davet ettim (benimle zina etmesini istedim), O sâdıklardandır.”

Anlamı: “Bu benim kardeşimdir. Onun 99 koyunu var, benim ise bir tane koyunum var. Onu kendisine vermemi istedi ardından da bana kızdı.”

Bu âyette geçe “Koyunlar” ifadesinden maksat nedir?

Cevap-109: Araplar kadınlara “koyun” derlerdi. Bazı müfessirler âyette geçen “koyun” kelimesini “kadın” olarak tefsir etmişlerdir. Bu mânâdaki tefsir caiz değildir. Onlar bu âyeti Dâvûd Peygambere iftira içeren meşhur bir kıssaya göre tefsir etmişlerdir. 

İftira olan bu kıssa şöyledir: “Dâvûd’un ž 99 karısı olmasına rağmen komutanlarından (Orya adında) birisinin güzel olan karısına da sahip olmak istiyormuş. Dâvûd Peygamber beğendiği bu kadınla evlenmek için komutan olan kocasının ölmesi için savaş meydanının en tehlikeli bölgesine göndermiştir.” Anlatılan bu kıssa çok büyük bir iftiradır. Peygamberler bu tür şeylerden korunmuştur.

İmâm İbn-il Cevzî bu kıssanın yalan ve iftira olduğunu zikrettikten sonra şöyle devam etmektedir: “Bu kıssayı başkasına nakletmek, sahîh olmadığı gibi mânâsına itikad etmek de caiz değildir. Çünkü Peygamberler bu tür şeylerden münezzehtir. Fakat Dâvûd’un ž Rabbine