Allâh’a îmân etmek her mükellefin üzerine farzdır. Allâh’a îmân farzların aslı olup kalbin amellerindendir. Yani Allâh-u Teâlâ’nın mekânsız, hacimsiz ve keyfiyetsiz (şekilsiz) olarak var olduğuna itikat etmektir. Allâh’a îmânla beraber, Peygamber Efendimiz’in, Allâh’ın Rasûlü olduğuna ve Allâh’tan getirdiği bütün konuların hak olduğuna itikat etmektir.

İhlâs, kalbin farz olan amellerindendir. Salih ameli sadece Allâh rızası için yapmaktır. Yani taati yaparken niyetinin insanların onu methetmeleri, ona saygı duymaları veya değer vermeleri için olmaması gerekir. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:﴿ فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَل صَالِحًا وَل يشُْرِكْ ِبِعِبَادَةِ رَبِهِ أحََدًا﴾ 

Anlamı: “Her kim Rabbinin rızasını arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” Yani sadece Allâh için o salih ameli işlesin.

Kalbin farzlarından biri de; ister büyük ister küçük olsun bütün günahlardan tövbe etmektir. Yani pişman olmaktır. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثمَُّ تُوبُوا إِلَيْهِ ﴾

Anlamı: “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra da O’na tevbe edin.”

Bu pişmanlık, günah işlediği için olmalıdır. Ancak insanlar arasında kötü bir duruma düştüğü için pişman olursa veya kumarda parasını kaybettiği için pişman olursa tövbe sayılmaz.

Tevekkül, itimat demektir. Kulun itimadı Allâh’a güvenmektir. Çünkü fayda veya zarar veren her şeyi ve varlık âlemine gelen her şeyi O (Allâh) yaratmıştır. Hakikaten zarar verip fayda sağlayan Allâh’tan başka kimse değildir. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنوُنَ ﴾

Anlamı: “Mü’mînler, Allâh’a tevekkül etsinler.”

Kalbin farzlarından birisi de Allâh’tan korkmaktır. Allâh’tan korkmanın mânâsı ise Allâh’ın farz kıldığı amelleri yerine getirmekle, harâm kıldığı şeylerden uzak kalmakla birlikte sürekli Allâh’tan korkmayı kalpte bulundurmaktır. Bunun için kişinin mükellef olduğu andan itibaren Allâh’ın farz kıldığı bütün amelleri yerine getireceğine ve harâm kıldığı bütün şeylerden sakınacağına niyet etmesi gerekir.

Her mükellefin Allâh’tan razı olması farzdır. Yani Müslüman kimse Allâh’a karşı itikaden ve lâfzen, batinen ve zahiren, Allâh’ın takdiri ve kaderi hakkında itiraz etmeyecektir. Allâh-u Teâlâ’nın takdir ettiği hayrı ve şerri, tatlıyı ve acıyı, sevinci ve hüznü, rahatlığı ve elemi bunların kader ve takdir dairesi içerisinde olduğunu bilerek razı olacaktır. Hâsıl olan şey ya Allâh’ın sevdiği bir şeydir veya sevmediği bir şeydir. Allâh’ın sevdiği hâsıl olan şeyi kulun sevmesi gerekir. Allâh’ın sevmediği hâsıl olan şeyi de Allâh sevmediği için ve kullarının ondan uzak kalmalarını emrettiği için kulun da sevmemesi gerekir.

Şükür iki kısma ayrılır: Farz olan şükür; bize nimetleri veren Allâh-u Teâlâ’yı tazîm ederek ihsan ettiği nimetleri harâm kıldığı şeylerde kullanmamaktır. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ﴾

Anlamı: “Kullarımdan pek azı gerektiği gibi şükredicidir.”

Müstehap olan şükür ise Allâh’ın bize ihsan ettiği sayısız nimetlere karşı dille Allâh’ı methü sena etmektir.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:الْحَمْدُ للِهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Anlamı: “Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun.”

Sabır; sevmediği bir şeye karşı tahammül etmeye veya sevdiği bir şeyden ayrılmaya nefsini zapetdip zorlamaktır. Mükellefin üzerine farz olan sabır Allâh’ın kendisine farz kıldığı ibâdetleri yerine getirerek harâm kıldığı şeylerden nefsini uzak tutarak, Allâh’ın kendisine vermiş olduğu musibetlere karşı tahammül etmektir. Yani bu musibetlerden dolayı Allâh’a isyan etmeyip itiraz etmemek ve günah işlememektir. Çünkü insanların çoğu musibetlere karşı sabretmedikleri için günahlara girmişlerdir. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ إِنَّمَا يوَُفَّى الصَّاِبِرُونَ أجَْرَهُمْ ِبِغَيْرِ حِسَاٍبٍ﴾ 

Anlamı: “Ancak sabredenlere mükâfatları azapsız verilecektir.”

Şeytana buğzetmek bütün mükelleflerin üzerine farzdır. Çünkü Allâh-u Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de insanları, şeytana karşı açık ve kesin bir şekilde uyarmıştır. 

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّا﴾ 

Allâh-u Teâlâ, bize “şeytanı düşman edininiz” diye emretmektedir. 

Şeytan kâfir olan cinlerdendir. Ama Mü’mîn olan cinler Mü’mîn insanlar gibidirler. İçlerinde salih ve fasık olanları da vardır. Bazı durumlarda şeytan denildiğinde cinlerin dedesi olan İblis murad edilir.

Allâh-u Teâlâ mükelleflere günah işlemeyi harâm kıldığından dolayı günahlardan nefret etmek farzdır. Kendisinden veya başkasından hâsıl olan günahları kalple inkâr edip onlardan nefret etmek de farzdır.

Her mükellefin üzerine Allâh’ı, Allâh’ın Kelâmını, Allâh Rasûlü olan Muhammed’i ve bütün Peygamberleri sevmek en önemli farzlardandır. Bu da şerîatın emirlerine tâbi olup nehyettiği şeylerden sakınmakla olur. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

﴿ قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِي يحُْبِبْكُمُ الله﴾ 

Anlamı: “De ki; Şâyet Allâh’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki Allâh da sizi sevsin.”

Sahabeleri sevmek de farzdır. Çünkü onlar Allâh’ın dînine yardım etmişlerdir. Özellikle Muhâcir ve Ensâr’lardan İslâm’a ilk girenleri. Âl, ise Peygamberimize tâbi olan muttakî kullar kastediliyorsa Allâh-u Teâlâ onları sevdiği için onları sevmek farzdır. Eğer onun hanımları veya Mü’mîn olan akrabaları kastediliyorsa onlara bu özellik verildiğinden dolayı onları sevmek farz olur. Allâh’ın salih olan bütün kullarını sevmek farzdır.